BİZ kavramına karşılık gelen tümel nitelikler kuşkusuz her topluma ve kültüre göre farklılık arz eder. Örneğin, ABD (ve aynı bağlamda S.S.C.B’deki) BİZ, kültürel olmaktan daha çok özel siyasal düşünceler ve inançlar etrafında tanımlanmıştır[1]. İran’da ise Farsçanın başrolünü oynadığı derin bir kültürel geçmiş toplumsal mukavelenin başlıca etmenidir. Selçuklular 10. yüzyıldan itibaren İslam medeniyetinin o güne kadar Beytü’l Hikme’lerde biriktirdiği dağınık bilgi formlarını kullanılabilir bir yaşam diline uyarlamayı başarmıştır[2]. Bu dilin Selçuklu çadırının hamiliğinde ve yeni kurulan medreselerin aracılığıyla yayılması İslam Medeniyetinde farklı kültür ve etnik toplulukların hayata aynı pencereden bakabilen BİZ kavramlarını teşkil etmiştir. İslam coğrafyasında bu öylesine toplumları birleştiren bir dil olmuştur ki Selçuklu sonrasında bile entelektüel düzeyde bilme biçimine ve fertlerin gündelik yaşam biçimine ortaklık etme gücünü sürdürebilmiştir. Esasen 12. yüzyılın süper gücü ve halifenin de hamisi Selçuklu devletinin siyasi başarıları, tesis ettiği ortak kültürel mayanın yanında sönüktür. Haçlı tehlikesinin müdafisi ve doğu dünyasının o günkü siyasi mefkûresinin başlıca bayraktarıdır. Ama tesis ettiği kültürel maya, İslam dünyasının sahiplendiği ve Osmanlının üzerine küresel çapta nizam kurduğu bir zemin olmuştur. Ve bu yüzden, yüzyıllarca hem biz, hem de öteki tarafından Müslüman ve Türk kavramları aynı BİZ içinde algılanmıştır.
Toplumların BİZ teşekkülü gönüllü birlikte esasına dayanmak zorundadır. S.S.C.B. örneğindeki gibi sunî birlikteliklerin kolay dağılması kaçınılmazdır. Buradaki ‘gönül rızası’ kavramı, aynı anlam dünyasında olmayı ve hayata aynı çerçeveden bakabilmeyi ifade etmektedir. BİZ kavramında önemli bir diğer etmen ‘DİĞER’ faktörüdür. Tıpkı fertler gibi toplumların da kendilerini tarif etmede DİĞER’in düşüncesi önemlidir. Bu kavram, bireyin kendisiyle ilgili gerçeklik algısını doğrudan etkiler. Toplumlar da kimliğini DİĞER’den bilmek ister. Bu algılar genelde BİZ’in kendine ait tarifinde öne çıkar. Örneğin, 14.yy.da Avrupalılar tarafından bu toprakların ‘Türkiye’ diye anılmış olması, BİZ tarifini yeniden yapma ihtiyacı hisseden bugünün aydınları için fikir –bazıları için hayret- verici tarihi bir veridir.
Son yıllarda ülkemizde, yeni bir toplumsal mukavele veya yeni bir medeniyet söylemine dönük tartışmalar dikkati çekiyor. Milletimizi teşkil eden topluluklar arasında husumet olduğu ve sosyal yapıda yarılma yaşandığı düşüncesiyle devlet yapısında değişikliğe gitmek, örneğin, çift egemenli bir yapıya geçmek gibi teklifler tartışılıyor. Ortaya konan sorun kabaca şu şekilde tarif ediliyor: “Toplumsal düzeninin üst çatısı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anadolu’da yaşayan tüm toplumsal tabakaları ‘aynı dil, tarih ve mefkûre’ şeklinde tarif ettiği bir ortak ideale zorlamıştır. Bugünkü sıkıntıların ana sebebi de budur. Bu yüzden yepyeni bir anlam ve ona bağlı bir mefkûre dünyası inşa edilmelidir”. Bölücü niyetlerden vareste; –iyi niyetli bir okumayla- bunu ‘Yeni Bir Toplumsal Sözleşme İsteği’ olarak kabul edelim. Toplumsal mukavelelerin hükmî şahsiyetlerinin kuruluş prensipleri farklıdır ve zaten bu yazının konusu da değildir. Ancak, sosyal bir vak’a olarak bu sözleşmenin hedeflediği YENİ BİZ’in, muhtemel ortak anlam dünyasının ne olacağını tartışılabiliriz. Toplumumuzun ortak yeni anlam dünyasını ne teşkil edecek? Yani DİĞER tarafından bahsedildiğinde YENİ BİZ hangi manayı karşılık gelecek?
Karmaşık bir konu ama mevcut anlam duygumuzu tarif edebilirsek belki bugünün BİZ’ini anlayabiliriz. Konuyu basitleştirebilmek için kültür-medeniyet birikimimizi geçmişimiz, mevcut siyasi ve ekonomik mefkûrelerimiz ve onlara bağlı dünyamızı geleceğimiz olarak kavramlaştırırsak, bugünkü BİZ, bu ikisi arasına sıkışıp kalmış durumdadır. Yani toplumun hangi gelir veya etnik grubuna ait olursa olsun tüm bireyleri, hatıralarındaki kutlu günlerle, bugünkü dünyanın kendisine sunduğu imkânların arasına sıkışmıştır. Bu arada kalma halidir. Geçmişimizle irtibatımız bir şekilde kopmuştur. Batının büyük dönüşüm ve oluşum çağlarında medeniyet üretimi durmuş bir toplum, batının teknolojik ve zihin devriminin yarattığı karşı konulamaz yeni bir hayat teklifiyle, medeniyetinin kadim günlerine ait tatlı hatıralar arasında kalmıştır. O yüzden bugün, Amasya gibi bir şehzade şehrinde, ‘Selfie Çeken Şehzade’ heykeli yaptıran bir ruh hali içindeyiz. Müslüman dünyasındaki en rafine tasavvufi inanca sahip derviş atamızın torunu olarak ‘İmitasyon Kâbe’ etrafında tavaf yapacak bir din duygusu içindeyiz. Bugünkü anlam dünyamızı bir kelimeyle tarif etmek istesek, bu kesinlikle KARMAŞA’dır.
Son otuz yıl içindeki post-modern dönüşüm, -söz konusu medeniyet iddiasının sahibi batı dünyası için bile- bir kartopu gibi önüne çıkan ne varsa yutarak büyüyen, kontrol edilemez bir çılgınlığa dönüştü. Bilişim dünyasındaki gelişmelerin sonsuz imkânlarıyla her eve, bireye ve nefse kolaylıkla ulaşabilen bu yeni kültürel meydan okuma kuşkusuz bir medeniyet hamlesidir. Hem de küresel ölçüde. Ve bu iddia, tarihte hiçbir medeniyetin yapamadığı kadar kolaya ve hazırcılığa bireyi teşvik etmektedir. Şurası açık ki tarihte insan nefsini bu kadar hoş gelebilecek bir medeniyet iddiası yoktur. Dünya üzerindeki her fert, elindeki bu yeni iddianın maddi verileri aracılığıyla, bu ‘YENİ BİZ’e ‘Gönül Rızasıyla İntisap’ etmektedir. Acaba ‘Tarihin Sonu’ndan kasıt bu muydu?
Bu yeni medeniyet iddiası kuşkusuz sadece batının değil dünyadaki tüm kültürlerin ortak üretimidir. Bilişim çağı, bu ortak üretimin tarihte görülmemiş bir seviyede hızlı dolaşımına imkân verdi. Bugün, tüm dünyayı aynı kabın içine sokan bu gelişmeden bağımsız yerel bir gelişme mümkün olamamakta, toplumların küresel çaptaki bu yeni meydan okumaya karşı ürettikleri çözümler geçici kalmaktadır. Zira rekabet her bireyin evinde birebir sürmekte, post-modern iddia hangi kültürle karşılaşırsa karşılaşsın henüz kendisine alternatif üretilmediği için sürekli galip taraf olmaktadır. Toplumları teşkil eden bireylerin küçük evlerinde tek tek kaybedilmiş bir savaş, elbette hangi önlem alınırsa alsın kültürler için çoktan yitirilmiştir. Farklı aile-toplum-kültür düzeylerinde yetişmiş fertler hayata anlama düzeyinde benzer tepkiler vermektedir. Almanya’da bir üniversite kantinine otursanız ve bir süre post modern oyuncaklarla içli-dışlı gençlerle konuşsanız, tıpkı bizim gençlerimiz gibi çabuk sıkılan, hayatı copy-paste etmek isteyen, sürekli acelesi olan ama nereye gideceğini bilmeyen bir ruh hali içinde bulabilirsiniz. Post-Modern hayatın defolarını yansıtan bir haber, Hindistan’da kadına karşı tecavüzlerin sayısındaki anormal yükselişine işaret ediyordu. Libya’da da aynı türden haberler çıktı. İslam kuralları konusunda en tavizsiz İran’da bile mollalara ait vakıfların ülkenin toplam gelirinin 1/3’ünü haksız şekilde ele geçirdiği bir başka haberdi. Örnekler artırılabilir. Post-modern hayat teklifi insan nefsine uygun çok çeşitli alternatifli imkânlarıyla hayatın her alanına girmiş vaziyette. Batılıların “Coca-Colonizasyon” dediği bu küresel birliktelik çağrısına henüz ret cevabı veren bir alternatifle karşılaşmadı. Kültürlerin bu ‘YENİ BİZ’ çağrısına karşılık geliştireceği alternatif olabilecek mi?
Gelelim bize… Diyelim ki yukarıda tarif etmeye çalıştığımız küresel fırtınadan vareste, yeni, YEPYENİ BİR BİZ teşkil edeceğiz? Bu içi boş kovayı neyle dolduracağız? Doğrusu, tüm anlamlarıyla ahlaksızlık, zevksizlik, kalitesizlik, nemelazımcılık ülke çapında yaygınlaşıp toplumsal bir reflekse dönüştüğü bizim için olumsuz bir ortak anlam dünyasından bahsedebiliriz. Yasa koyucu hangi düzenlemeyi getirirse getirsin, fertlerin, onun etrafından dolaşacak, onu delecek alternatif bir çözüm yolu bulabilmesi neredeyse bir refleks haline geldi. İşin ilginç yanı yurdun dört bir yanında bu alternatif kaçış yolları -birbirinden habersiz biçimde- yurttaşlarımız tarafından benzer biçimlerde keşfedilip, büyük bir kollektif uyumla! aynı şevk ve kararlılıkla uygulanabilmektedir. Bugün yurtdışında (yani DİĞER nezdinde) bu YENİ BİZ’in pejuratif anlam değerleri oldukça yerleşmiş durumda.
Maalesef bu kültür olamayacak kadar geri, tasnif dışı bir SUB-CULTURE’dir. Hayalimizdeki BİZ, bu değil kuşkusuz. Belki toplumun tüm bireyleriyle BİZ olmanın değerini düşünmeye başladığında konuyu yeniden ciddiyetle ele almaya başlayacağız, ama yazık ki bizim toplumuzda bu tür yeniden tefekkür anları tarihte çoğunlukla büyük felaketlerin ertesinde mümkün olabilmiştir.
Anadolu’ya geldiğimizde inşa etmeye çalıştığımız BİZ’in teşekkülü neredeyse iki yüzyıl sürdü. Bu, ortasında yer alan kültür değerlerini siyasi ve ekonomik mefkûrelerin kuşattığı çok özlü bir mayaydı. Hayata aynı mana dünyasından bakabilen, hem Türkistan’ın hem Yakın Doğunun maddi manevi tüm birikimlerinin damıtılmış rafine tatlarını ihtiva eden yeryüzünün en istisna medeniyet iddialarından biriydi. Bu mayanın birbirine bağladığı BİZ’in, onca badireye rağmen hâlâ –kalıntı halinde olsa bile- varlığını sürdürmesine bakılırsa ne kadar güçlü olduğu anlaşılabilir. Ancak son iki yüzyıllık dalgalar neticesinde gemi su almış; fırtına kopmuş ve ağacın çoğu dalı kırılmıştır. Kuşkusuz, toplumların uzun yıllar öz bağrında büyütüp geliştirdiği medeniyet vasıfları siyasi gelişmelerin kısa vadeli gündemlerine paralel bir şekilde yok olmaz, değişmez. Aynı şekilde bu vasıflar, kanunla yasayla bugünden yarına da teşekkül etmez.
BİZ teşekkülü, toplumlar için devlet teşekkülünden daha zor ve zaman alan hamlelerdir. Toplumların tarihteki kalıcılığı da ancak aynı potada hemhâl olabilmiş bireylerden müteşekkil olan BİZ’lerle mümkündür. Bu minvalde, Toplumsal Mukavele veya Yeni Medeniyet Tasavvuru lafları ederken meselenin esas karmaşık kısmının BİZ kavramının teşekkülü olduğunu anlamak ve bunların ağızdan çıktığı kadar kolay inşa edilemeyeceğini bilmek gerekir.
[1] Samuel P.Huntington(Çev.: H.İlter), “Demokrasinin Yönetilmezliği”, Medeniyetler Çatışması (Der: M.Yılmaz) Vadi Yayınları, 1997, s.115-121(120).
[2] Bu konudaki ayrıntılı bir tahlil için bkz. İhsan Fazlıoğlu, “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Türk Felsefe-Bilim Tarihine Önsöz”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, edit. Ahmet Yaşar Ocak, c. I (Sosyal ve Siyasal Hayat), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 413-427.