Dem

Yazar Hakkında: Salih Murat GÜRBÜZ

Sarı Kiraz

Sarı Kiraz Çocukluğumun en güzel anları ve anıları tabi ki evimde geçti....
Devamını Oku

“Bazı zaman hayatın demini alması için rengini bulması gerekir. Bazı zamanda rengini bulup demlenir hayat.” SMG

Herhangi bir gün…

Sabah erkenden kalktı. Yatağından doğrularak açılmayı beklercesine yatakta bir süre oturdu. Yarı uykulu yarı uyanık gördüğü rüyayı kendince yorumlamaya çalışırken, o gün yapacağı işleri düşünürken buldu kendini. Kafasını istemsiz olarak sağa sola sallayarak gülümsedi kendi ile dalga geçercesine:

“-Galu selamet” dedi ve doğruldu.

Ellerini iki yana açarak derin bir nefes aldı. Kahvaltısını yapmamasına rağmen uzun süre dişlerini fırçaladı. Ne güzel şey diye düşündü bakımlı ve temiz olmak. Sonra gülümsedi yeniden. İnsan kendini seven ne ukala bir yaratıktı. Aynaya baktı tekrar; biraz çocuk, biraz genç, biraz yaşlı bir yüz gördü aynada. Halinden mutlu oldu, razı olduğunu hissetti aynı zamanda yaşadıklarından. Rızasını almaya çalışmak değildi yaşam razıda olmak vardı rızasını almak için uğraşılandan. Garip bir telaşla üzerini değiştirdi hâlbuki işin başlamasına çok zaman vardı. Kapıya yanaştı. Evden çıkmadan arabanın anahtarını ve telefonunu alıp almadığını kontrol etti. Her zamanki gibi evden kaçarcasına usulca kapıyı araladı dışarı bir göz gezdirdi, kendisi gibi işe giden kimse yoktu rahatladı. Yavaşça kapattı kapıyı. Sabahın ilk saatlerinde belli bir zaman sükûnetini bozmamayı tercih ediyordu. Yoksa komşuları ile bir gün derdi olmamış bir gün kötü bir şey yaşamamıştı. Mesele komşuları ile olan ilişkisi de değildi sadece sabahın ilk saatlerinin mahremiyetini olası bir sesle bozmak istememesiydi. Apartmandan dışarı çıktığında sabahın kokusunu çekti içine bahçenin çimi de yeni biçilmişti ne güzel bir rayihası vardı. Çim kokusunu içine çekerken yeni kesilmiş karpuz kokusu da buna benziyor diye içinden geçiriverdi. Bir an soğuk füzyonu bulmuşçasına mutlu oldu. Sonra gülümsedi ne tuhaf birisin sen dedi kendine. Arabaya yürür buldu kendini. Arabaya yaklaşırken belli belirsiz bir ses tonu ile:

“-Ahh ahh yaramazlar…” dedi.

Adına şarkı şiir yazılan kuşlar. Her tür duygudan düşünceden teşbihten çıkan o afilli kuşlar arabayı nede kirletmişti. Yüklediğimiz onca anlama rağmen o kuşlar hayatın içinde bir kuştu işte. Çocukluğundan beri çok sevdiği Erol Evgin şarkısını mırıldandı bir sır verircesine:

Kuşlar uçar kuşlar uçar

Kuşlar uçar ben koşarım…

Arabaya bindi. Koltuğa uzun yola çıkıyormuşçasına yerleşti, aynaları kontrol etti, kemerini taktı. Anahtarını taktı ve kontağı açtı arabayı çalıştırdı. Bir an otoparkın kapısını açmadığını hatırladı, alelacele uzaktan kumandaya bastı. Kapının açılmasını beklemeyi sevmiyordu çünkü. Canı tezdi tamamda gereğinden fazla ve lüzumsuz bir canı tezlikdi bu. Araba ile manevrasını yaptı, gittiğinde otoparkın kapısı yarısına kadar açıktı dikkatlice yola çıktı. Saate baktı her şey zamanında işliyordu. Camdan gelen serin esinti ne güzeldi. Radyoyu açarken güzel bir şeyler çalsın arzusundaydı. Radyoyu açmadan sesini olabildiğince kıstı ve radyoyu açtı. “Gamzedeyim deva bulmam” çalıyordu, şanslı günündeydi şüphesiz. İyi ama her sabah şanslı olabilir miydi? Şans ne idi? Şanslı gün nasıl olurdu? Gülümsedi herhangi bir gün işte diye geçirdi içinden. Rahmetli sesi ile ne güzel serinlik veriyordu. Uşşak makamı eşliğinde trafikte sakince ilerledi. Sonrasında Gülpembe… Belli ki bugün şanslı gün olmasa da Barış Manço’nun günüydü. Pembe güllerin yanından geçerek arabasını bir ağaç gölgesine park etti. Arabadan indi. Biraz önce gördüğü pembe güle eğildi içine çekti kokusu hiç bitmesin istercesine. Odasına doğru ilerlerken biraz önce dinlediği şarkıyı mırıldanıyordu:

Sen gülünce güller açar gülpembe

Bülbüller seni söyler

Biz dinlerdik Gülpembe…

 

Odaya girdi pencereye yöneldi, perdeyi açtı. Gelen gidene baktı bir süre Sadi Şirazi’nin o sözünü mırıldandı:

 

“-İnsan bir damla kan bin türlü endişe…”

 

Sonra pencereyi açtı davetsiz rüzgâr süzülüverdi birden içeri. Dünden suyunu koyup hazırladığı çaycıyı açtı. Su ısınmaya başlarken masasındaki yazılara göz gezdirdi, notlarını okudu. Çaycıya koyduğu su kaynamıştı. Kalktı çay kabından çayı aldı, gizli bir formülü uygularcasına ölçüsünü ayarlamaya koyuldu. Kaynayan suyu demliğe usul usul doldururken halen işyerinde kimse yoktu. Çayı demledi ve bilgisayarının başına oturdu. Masasına bir çeki düzen verdi koltuğuna yerleşti. Kafasını yukarı kaldırdığında saat 7:45 idi. Ve birden ne olduysa gece gördüğü karmakarışık rüyası aklına geldi.

“-Hayır olur inşallah” dedi.

Eskiden koca koca kitaplar okurdu rüya tabirleri hakkında. Rüyalar ne ilginç şeylerdi bazen saklandığımız bir köşe bazen koca yalanları yaşadığımız derin dehlizler. Rüyasında gördüğü kesik kesik kareler birden kocaman bir odanın görüntüsü oluverdi:

Van Gogh’un Arles’deki Yatak Odasına bakarken buldu kendini. O ne masadaki de Eriyen Saatti. Tiyatroda bir sahneyi izlercesine bir heyecanla tüm detayları inceleme başlayacaktı ki birden o yeşil pencere açılıverdi ve içeri uçuşan sarı yapraklar raks edercesine döne dolaşa girdi. Sonra aynı ahenkle yerlere serpiştiler gelişi güzel. Pencere açık kalmıştı ama rüzgârda esmiyordu artık, bir süre ne bir ses ne bir nefes olmadan dondu mekân. Zaman ilerliyor muydu yoksa durmuş muydu? Yıllar gibi ağır akan saniyeler vardır kimi zaman. Onlardan biri miydi?

Nice zaman sonra gelen tıkırtılar bir gelen olduğunu işaret ediyordu şüphesiz. Kapı aralanıyor; uzun kahverengi paltosu ve üzerine sinmiş yalnızlığıyla bir adam. Yüzünde kadim yılların bıraktığı çizgiler, garip ama gariban olmayan bir adam. Beni görmüşte sahneden izleyiciye selam verir gibi yüzü bana dönük hafifçe eğilip gülümsüyor. Yüzü çok tanıdık, yüzü çok yabancı. Ambivalans*. Sonrasında telaşla oda içinde bir ileri bir geri volta atmaya başlıyor. Olabildiğince nizami ve bir metronom** gibi ritmik. Ve sonra birden duruyor:

“- Ödeşmek” diyor adam. Boğuk bir ses tonu ile.

“- Ödeşmek…” kelimesi yankılanmaya başlıyor odanın dört bir tarafında, birden hava soğuyor. Yerdeki sarı yapraklar tedirgin, sağa sola kaçışıyor. Kızıl sakalları, çelik bakışları ve o derin çizgiler dolu yüzü yavaşça siliniyor sanki ve yüzü git gide kayboluyor bana bakarken. Ve Arles’deki Yatak Odası yavaş yavaş kararıyor. Sanki gözlerime bir perde iniyor…

 

Gülümseyerek günaydın diyen insanlar geçiyor önünden. Birden rüyasının etkisinden sıyrılıp, irkiliyor. Saate bakıyor 8:05 Günaydın diyor rutin bir refleks ile. Ağzı kupkuru çay içmek için fincanına uzanıyor. Fincan boş. Kalkıyor yerinden. Hareketsizlikten bacakları uyuşmuş, topallayarak çayını doldurmaya gidiyor. Beyin nede ilginç nede fantastik hediyeler veriyor diye düşünüyor. Demliğin kapağını açıp çayı kokluyor. Evet, çay çökmüş ve kokusu yerinde. Demliğe uzanıyor fincanın yarısına kadar dem ve üzerine suyu dolduruyor. Dumanı üzerinde tüterken ne iflah olmaz bir çayyaşsın sen diyor kendi kendine.

Çayını alıp oturuyor masasına biraz önce hatırladığı rüyası geliyor aklına. Ayrıntılar kaybolup ödeşmek sözü kalıyor zihninin tam orta yerinde, yapayalnız. Birçok kişi ödeşmeye çalışıyor yaşadıklarıyla diye düşünüyor. Ödeşen herkes hesapları kapatamıyor ama. Ödeşmek yaşanmışlıklara çare olmuyor. İçindeki ateşi söndürmüyor diye düşünüyor.

Bir yudum daha alıyor çaydan. Dem bu demdir. Çayı ne kadar sevdiği geliyor aklına. Mutluyken içtiği çayları, üzülüp çayla dertleşti zamanları ve üşüyen elleri ile sarıp sarmaladığı nice kışı hatırlıyor. Çay içerken hem hal olduğu anlar geliyor aklına. Öyle ya herkesin bir alır damarı vardır derler demek ki oda çaydan alıyor. Öfkesini nefretini çayla yatıştırıp uysallaştırıyor. Yaşadıklarına ödeşmek olarak değil halleşmek olarak bakıyor. O zaman içindeki kırıklar sağa sola batıp kanatıp acıtmıyor. Çocukken annesinin elindeki dikeni çıkarırken ki hali gibi titiz usulünce derleyip toplanıyor kırıklar bir köşeye. Çay demler gibi bir sabırla her hesabı bir deme ulaştırmak demek ki iyi geliyor. Bir yudum daha içiyor çaydan, içine akan çay değil, can oluyor. Gülümsüyor yeniden yıllardır tekrarlamaktan bıkmadığı o mısraılar dökülüyor dilinden:

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!

Dakika düşelim, senelik paydan!

Zindanda dakika farksızdır aydan.

Karıştır çayını zaman erisin;

Köpük köpük, duman duman erisin!***

 

İlaç kokmasa da çayı biliyor ki senelik paydan azar azar eksiliyor ve ödeşmek hayatı çok hızlı kemiriyor.

 

Çaydanlıktan çıkan buhar emektar kömürlü trenleri hatırlatıyor ve çalışmayı. Kalkıyor çayını dolduruyor:

“-Bugünlük kendinle hasbihal yeter!” diyor yüksek bir tonda ve çayından bir yudum daha alarak başlıyor çalışmaya.

 

* Ambivalans: Aynı anda iki zıt düşünceyi veya duyguyu yaşama; karşıt duyguları bir arada taşıma hali.

** Metronom: Bir müzik parçasının hangi hızla çalınması gerektiğini gösteren alet

** Zindandan Mehmed’e Mektup – Necip Fazıl Kısakürek.

Yazar Hakkında: Salih Murat GÜRBÜZ

Sarı Kiraz

Sarı Kiraz Çocukluğumun en güzel anları ve anıları tabi ki evimde geçti....
Devamını Oku