Bir yer hayal edelim. Renkleriyle, ışıltılarıyla, yansımalarıyla, gölgeleriyle, içindeki canlı ve cansız varlıklarıyla hayranlık uyandırsın. Yaklaştıkça sesleri, tınıları, cıvıltıları, hışırtıları, mırıltıları, şakırtıları ve şarkıları kulaklarımızı okşasın; sesleri gibi huzurlu sükuneti de ruhumuza dolsun. İçine daldıkça çiçeklerin savurduğu, meltemlerle taşınan, topraktan fışkıran, güneşin kavurduğu, nemin yoğurduğu, rüzgârın üflediği, havanın damıttığı kokuları bizi mest etsin. Esintinin, nemin, serinliğin, güneşin ve yağmurun narin dokunuşları tenimizde gezinsin. Bu yerde yaşarken, pınarlardan kaynayan leziz sular ve damağımızdan kalbimize süzülen hangi lezzetler varsa onlara kanalım. Kelimelerin can veremediği ama hatıralarımızda veya hayallerimizde yaşayan öyle bir yer olsun ki bize önceden bildiklerimizin ötesinde ilk kez gördüğümüz, ilk kez işittiğimiz, ilk kez kokladığınız, ilk kez tattığımız, en güzel, en derin ve en coşkulu duygular hissettirip ruhumuzu zapt etsin. İçindeki uyum zihnimizdeki gergin telleri gevşetip yüreğimizi ferahlatsın. İhtişamı, huzuru, hareketi, bereketi bize bizi hatırlatıp derin düşüncelere daldırsın. Tefekkürün derinliği arttıkça zaman treninden inelim, mekândan kanatlanalım.
Kullandığım kelimelerin anlamına ve çağrışımına hapsolup “böyle bir yer var var mı ki” diye burun kıvıranların sanatla irtibatının zayıf olduğunu tahmin ediyorum. Kelimelerin kifayetsizliğine inananlardanım, ancak okuduğu kelimelere esir olmayı reddedip onları bir sıçrama tahtası olarak görenler ve bu sayede okuduklarını zihninde ve gönlünde zaman ve mekân üstü alana taşıyanlar için, gördükleri, duydukları ve hissettikleri güzellikler çoğu kez sanatın bizzat kendisi ve sanata ilham veren birer vesiledir.
Bu güzellikleri sınıflayarak sanatı tanımlamaya ve belirli sınırlar içine sığdırmaya çalışmak ne kadar beyhude bir çabaysa, onu hayattan dışlamaya çalışmak da o kadar beyhudedir. İnsanın göz, kulak, burun, dil, ten gibi alıcıları etkinse, zihni ve kalbi de oralardan gelen uyaranlara açıksa, o insan istese de istemese de sanatla haşır neşir olmaktadır. Sürekli muhatap olduğu ve hatta içinde var olduğu sanattan ilham almak, bu yolla yaşadığı hayatın anlamına derinlik ve başkalarının hayatına değer ve güzellik katmaksa bir tercih meselesidir.
Zahirine bakıp sanatla meşgul olmadığı zannedilen nice sade insan vardır ki derununda sanatsal bir alem vardır ve o alemin emareleri yüzlerine, dillerine, tavırlarına ve zanaatlerine yansır. Güzel bakar, güzel görür, güzel dinler, güzel söyler, güzel iş yapar ve ne yaparlarsa güzel yapmaya çabalarlar. İlham alarak güzel yaşarlar ve kendileri gibi arayanlar için de buldukları ilham yayarlar. Nitekim ilham, kapı kapı gezmeyen ve kendiliğinden gelmeyen, ancak arayanların kolayca bulduğu, üstelik alıp da çoğaltabildiği bir nevi efsundur; adına ister sanat deyin ister başka bir şey. Güzele hayran olanlar, güzelden yana olanlar ve güzeli arayanlar, illaki ilham bulurlar ve buldukları ilhamı dalga dalga yayarlar; adlarına ister sanatkâr deyin ister başka bir şey.