‘Sol gözünün protez olduğunu birkaç adım mesafeden ayırt edebileceğiniz yaşlı adamın tek gözüyle ve hareket kabiliyetinin çoğunu yitirmiş şiş parmaklarıyla misinanın kopan iğnelerini ustalıkla takabilmesine şaşırmamak olanaksızdı. Bu işi yaparken bir yandan da gururla, geçmişte yakaladığı balıkları, eskiden denizin daha bereketli olduğunu hatta yakaladığı balıklarla kazandığı paraları iç çeke çeke övünerek anlatıyordu. Eminim ki bu yaşlı adam, yılların hatıralarıyla konuşurken yüzüne düşen mutluluğun farkında değildi. Şu zamana kadar da yaşadığı hayattan memnun olduğunu anlattıklarından bir nebze anlayabilirdiniz. Duraksayarak ve bazen zorlukla telaffuz ettiği konuşmasının kendini dinletir bir rengi vardı. Benim, nerede yaşayıp, ne iş yaptığımı sordu. Ticaret ile uğraştığımı duyunca da emekli olmadan önce kendinin de yaptığı işten uzun uzadıya bahsetti; bunları anlatırken kimi zaman tekrara düşüyor, kısa aralıklarla sessizliğe gömülüyor, elindeki iğneleri de pür dikkat misinaya bağlıyordu. Hayatını heyecanla ilk kezmiş gibi yeniden anlattığında, yaşlılığıma dair zihnimde biçimlendirdiğim kalıbı sarsmaya başlamıştı. Belki de benzer uğraşlar içinde olmamız kendimi onda görmeme neden olmuştu. Acaba o da hiç şiirle uğraşmış mıydı? Dilimin ucuna dek geldi bu soru ama soramadım. Gözüne ne olduğunu sormadım o da hiç değinmedi. İnsanın acısına dair meraklarım hiç olmamıştı. Böylesi merakları bilirsiniz. İnsan pek sever birine dair bir acıyı ağzında sakız gibi gezdirmeyi. Ya da bir acıyı, iki lafın belini kırarcasına gururla başkalarına anlatmayı. Hiç sevmedim böyle sohbetleri, kendimden de uzakta tutmaya çalıştım. “Anılarımı unutuyorum. Öyle diyorlar. Anlatıyorlar bana birlikte geçirdiğimiz zamanları ama tuhaf, artık onların çoğunu hatırlamıyorum delikanlı” derken, hüzünlüydü ses tonu. Misinaya iğneleri takmayı devam ettiği süre içinde düşüncelerim, dalgaların sesi gibi inip yükseldi zihnimde. Deniz, dedim; ne çok insan ömrünü yansıtıyor. Bu yüzden mi acaba ona dalıp gitmeler, kendimizi sanki bir dostun omzuna bırakmış gibi hissetmemiz…
“Ama şu olta takımı yapmayı ve o tuttuğum balıkları unutmuyorum, ahh o balıklar!” diyerek, iç geçirdi. İğnelerde kalan artık ipleri küçük bir makasla temizledi. Oturduğu yerden titreyen ayaklarıyla zar zor kalkarken gözüm üstünde, temkinli izledim onu. Küçük bir kayanın üstüne bastı ve sağ ayağını destek yaparak “Ya nasip” dedi ve yılların ustalığı ile oltasını attı denize…
Balığa gitmeye devam ettiğim birkaç yıl boyunca havanın güzel olduğu bazı günler denk geldim yaşlı adama. Ve hep aynı konuları konuştuk ve hep aynı hikâyeleri heyecanla anlatırken bana, ben de ona aynı şaşkınlık ve önemle cevaplar verip sorular sordum. Çoğu zaman sustuk, denize baktık uzun uzun. Onun, beni değil de bana anlattıklarını unutmasının burukluğunu yaşadım o anlarımızda. Unutmak ve yeniden başlayabilmek hayatın gelgitlerinde… Huzur böyle bir şey belki de.’
Şimdi bakıyorum da bu satırları yazalı 15 yıl olmuş. Ne çok şey değişti o zamandan bu zamana. Şu oturduğumuz kaya bile yıpranmış. Bedenim ve zihnim; düşlerim, düşüncelerim ve kalemim, onca yaşanmışlıktan sonra nasıl değişmez! Değiştin mi gerçekten? Ürkütüyor bu soru beni. Cevabını yazdıklarım verebilir ancak, biliyorum. Eski notlarımı tekrar karıştırıp yaşlı amcayla olan anımdan bir ay sonrasının tarihine ait bir şiir buluyorum. Kıyıya vuran dalgaların eşlik eden sesiyle okurken fark ediyorum her dizesinde bir martı çığırtkanlığının yükseldiğini. Tebessümle bitiriyorum şiiri. İçimi, yazmak üzerine yaptığım seçimlerimin huzuru kaplıyor. Sözcükler denizinde, iyi ki değişmişim diyorum. Kayaların üstünde güneşlenen yengeçler, içten içe katılıyorlar bana, biliyorum. İyi ki böğürtlenler yemişim, kuşları dinlemişim, kediler beslemişim, köpeklerle yoldaşlık kurmuşum; kitapları dinlemeye, şairleri anlamaya çalışmış ve iyi ki şiire gönül vermişim diyorum.