‘BİZ’ Kavramının Mefhumu Nedir? (I)

Bilim adamından siyasetçisine, dağdaki çobanından sanat erbabına toplumun neredeyse tüm fertlerinin, bütüne ilişkin genellemeler yapmak istediğinde sürekli atıf yaptığı gizli bir özne vardır. “Adam olmayız” gibi genellikle olumsuzluk ihtiva eden mottolarda pergelin sabit ayağının dayandığı bu gizli özne, dışımızdaki dünyanın karşısındaki durumumuzu tarif eder. Toplumun tamamına gönderme yapıldığı için bu kavramın kapsayıcılığının herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaklık ihtiva etmesi ve toplumun tamamı tarafından da bu vasatın aynı form ve biçimde anlaşılması gerekir. Dolayısıyla BİZ kavramının ihtiva ettiği anlamın kesin ve muhkem olma zorunluluğu vardır. Öyleyse artık sorabiliriz: Türkiye’de BİZ kavramı, herhangi bir ferdinin ağzından çıkıp diğerinin zihnine düştüğünde hangi mefhûmlara karşılık geliyor? Bunlar herkes için aynı anlamları mı ifade ediyor? BİZ denilen bir grup insansa kim? Yok, bir takım niteliklerse neyi ihtiva ediyor? Kim bu sürekli atıf yapılan gizli özne?

Bireyin yaratılışla, zamanla kurduğu ilişki yaşam tarzını biçimlendirir. Bu formların, ortak bir mana etrafında bir araya gelmiş büyük topluluklar eliyle oluşturulmuş üst yapıları ise kültür ve medeniyetlerdir. İnsanın varoluşsal tüm soru ve sorunlarına verdiği cevaplardan, doğayı algılayış biçimine, zaman kavramından yaratıcı varlığı anlayış tarzına kadar evrenle girdiği tüm ilişki ve onun doğurduğu biçimler bu bütünün içindedir. Farklı toplulukların medeniyet ve kültürlerini birbirinden ayıran başlıca etmen dış-hayatı algılayış biçimidir. Örneğin, Doğu sanatında güzel kavramı, formların, bu hayata yansıyan biçimlerinin dışında daha soyut, çoğu kez simgeler diliyle ifade edilir. Bu, doğu dünyasının varlık ve güzel algılayışının bir sonucudur. Buna karşın batı dünyasında güzel kavramı tüm gerçekliğiyle söze ve biçime yansır. Mesela ikonalar Hıristiyanlığın farklı tarihsel gelişim ve farklı hissetme biçimleri nedeniyle adeta bir inanma simgesine dönüşmüştür. Tanrısını bile elle tutulabilen gözle görülebilen hale getiren Hıristiyan inanç, belki de bu yüzden hayatın her alanında gerçekliği tercih etmiş, adeta hayata karşı bir davranış biçimi haline getirmiştir. Nitekim “Sonucu sebebe tercih etmek” Aristo’nun icadı olup post modernizmin en bilindik algılama biçimidir. Adam Smith’in “kazan kazan” mottosuyla ifade bulan açıklama da Batı medeniyetiyle tebarüz etmiş bir argümandır. Buna karşın “sebebe sarılmak” bu topraklara özgü bir tariftir ve Batı’nınkinden farklı hayatı anlama biçimini anlatır.

Bunun gibi dünyayı farklı algılama biçimleri, aynı medeniyet dairesi içindeki toplulukları birbirinden ayrıştırır ve anlam dünyalarındaki değişikliğe göre aynı toplumda farklı medeniyet biçimleri oluşturur. Ancak ortak bir medeniyet formu oluşturabilmek için olmazsa olmaz kural, aynı değer dünyasına sahip fertlerin teşekkülüdür. Bu milletler için adeta zımnî bir ortak taahhüttür. Medeniyet ve kültürel vasıflar devlet kurdurtmaz. Ancak devletleri kuran milletlerin BİZ’i teşkil edebilmesini temin eder. Farklı kabile, boy etnik grubun millet olabilme süreçlerinde BİZ teşkili en önemli aşamadır. Bunlar, çok uzun ve karmaşık ilişkiler ağının yüzlerce yılda ürettikleri toplumsal mukavelelerdir.

Psikoloji alanına ve Carl Jung’a ait bir kavramı bu bağlamda kullanabiliriz:  ‘Ortak bilinçaltı’. Maddi ve manevi ürünler toplumsal hafızayı ve toplumu oluşturan bireylerin arasındaki bağı teşkil eder. Toplumsal bilinçaltına ne kadar çok hatıra birikmişse BİZ kavramının oluşumu da, hayatiyetini sürdürebilmesi de o kadar kolaydır. Bunlar -sanılanın aksine- büyük ideolojiler veya ekonomik kuramlardan daha çok dini ve sosyal hayatın gündelik verileridir. Bu veriler toplumların BİZ’lerinin oluşumuna yardım eder. Örneğin Anadolu’nun birçok yerinde karşımıza çıkan Hızır-İlyas türbeleri/yatırları, bu toprakların Roma’dan (Batı Medeniyeti) Selçuklu devletine (Türk Medeniyeti) geçişte Türkleşmesini sağlayan, burayı vatanlaştıran unsurlardır. Zira içinde mevta olmayan bu ziyaretgâhlar, ihtiva ettiği efsane/kut etrafında bu yeni topraklarda yeni bir BİZ teşekkülünü mümkün kılabilmiştir. Esasen İslam inancıyla alakalı bir maddi veri olan türbe/yatır’ın Anadolu’daki gayrimüslimler tarafından da saygı görmesi, bu verilerin BİZ’i teşkil eden bireyler üzerindeki etkisini gösteren çok etkili bir örnektir. Aynı şekilde Müslümanlarda Anadolu’da beraber BİZ oluşturdukları gayri-müslimlerin ayazmalarına, paskalya günlerine -dini olmayan- bir ilgi ve saygı gösterirler. Bazen bu maddi ürünlerin tarihin tozlu sayfaları arasında unutulmuş verileri, yüzyıllar sonra bir yeni buluş vesilesiyle ortaya yeniden çıktığında toplumların bilinçaltındaki BİZ hatıralarını tekrar canlandırır. Örneğin, Rönesans çağında Avrupa’da, Antik Yunan ve Roma dünyasının parlak günlerine ait verilerin arkeoloji ve sanat tarihi bilimlerine ait keşifleri, Batı dünyasının köklerine ait hatıraları yeniden canlandırmıştır. Orhun anıtlarının 1893’de transkripsiyonunun gerçekleştirilmesi, Osmanlı İstanbul’unun arayış içindeki aydını üzerinde derin bir etki uyandırmış, kâşif V.Thomsen’e II. Abdülhamit tarafından imparatorluk nişanı gönderilmiş, kimliğini arayan bir toplum için çok uzak bir coğrafyadaki eski bir anı olarak bilinçaltındaki BİZ’in yeniden şekillenmesinde uyarıcı bir etkisi olmuştur. Dağılmakta olan bir devleti, milletinin derin hafızasındaki bu hatıraların tetiklediği bir toplum bilinci kurtarmış, bu bilinç üzerine yeni bir BİZ inşa edilmiştir.

Toplulukların medeniyet teşekkülünde belki de en büyük zorluk ortak değer dünyasını inşa edebilmektir. Çünkü toplumları oluşturacak farklı karakter mizaç veya ırktaki fertlerinin, hayatı aynı kavramlar etrafında algılaması gerekir. Eğer bu ortak kavramlar sosyal hayatın her alanında zamanın yıkıcı etkisine dayanabilir ve süreklilik kazanabilirse diğerlerinden farklı bir kültür ve medeniyet ortaya çıkar. Bir toplum medeniyet teşekkül ettirecek olgunluğa ulaşabilmişse, kuşkusuz BİZ’ini yaratmıştır. Bunlar toprak katmanlarının oluşumu gibi son derece ağır ve zor gelişen sosyal olaylardır. Ama gerçekleştikten sonra çözülmesi de bir o kadar güçtür.

Hayatı algılama biçimi kavramı üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekir. Zira bu, toplulukların millet veya medeniyet formları oluşturmalarında diğerlerinden daha önemli bir faktördür. Peki, topluluklar nasıl ortak değer formları oluşturur? Kuşkusuz bu cevap için dil, din, coğrafya gibi farklı faktörlerin tamamının yapı söküne uğratılıp her bir faktörün ayrı ayrı etkilerinin araştırılması ve bunun da medeniyet kurabilmiş tüm topluluklar için uygulanacağı bir laboratuar çalışmasını gerektirir. Sonuçları da büyük ihtimalle her biri için farklılık arz edecektir. Örneğin, Safevi ve Osmanlı gibi aynı ırktan aynı dil ve (farklı mezhepten olsalar da) dinden iki güç mücadelesinde neden biri tarihe karışmış, diğeri yoluna devam edebilmiştir. Veya dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğu Moğol devleti, neden hepi-topu bir kuşak sonra farklı medeniyet dairelerinde eriyip gitmiştir? Doğunun şanlı yıldızı Selahaddin’in devleti veya Ortaçağ’ın en parlak çıkışı Harzemşahlar neden süreklilik sağlayamamıştır? Her bir örnek için sayısız farklı neden ve sonuç konuşulabilir. Ancak ortak cevap aynı mana etrafında BİZ’i teşkil edebilmekle alakalı olacaktır.

Toplumların BİZ’leri aynı mana dünyasındaki fertlerinden müteşekkildir. Ortak yaşama formları da HAYAT TARZLARI’nı belirler. Bu yüzden HAYAT TARZLARI’na yönelik tehdit, sıradan yaşam formları veya biçimlere değil doğrudan o topluluğun hayatı algılama ve kavrama biçimine dönüktür ve yine bu yüzden toplumlar tarafından kabul edilemez bulunup savaş sebebi sayılır.

Siyasal veya ekonomik mefkûreler etrafında teşekkül etmiş BİZ’ler, devletlerinin parlak günleri yok olduğunda çözülür. Buna karşın, fertlerini kültür verilerinin birbirine bağladığı topluluklarda BİZ kavramı çok daha kalıcı ve muhkemdir. Aradan yüzyıllar da geçse bu topluluklardaki BİZ kavramı, kültür ve medeniyet formlarının kalıcılığı ve zor çözülmesi sebebiyle farklı coğrafyalarda bile varlığını sürdürebilmiştir. Bu iki farklı durum için en iyi örnek S.S.C.B. ve İran’dır. Yirminci yüzyılın başında parlak bir mefkûre etrafında dünya çapında bir HAYAT TARZI teklifiyle dünyanın karşısına çıkan S.S.C.B., 1990’lı yılların başında iktisadi ve siyasal buhranlar neticesinde neredeyse bir fiskeyle dağıldı. Geçen yüzyılın tamamında dünyanın yarısını teşkil edecek bir çoğunluğun kendisini içinde tarif ettiği BİZ, sanki hiç olmamışçasına yok oldu. Buna karşın büyük devlet mertebesindeki son devleti 7.yy.da Müslümanlar tarafından yıkılan Farslılar, aradan geçen uzun zaman dilimine rağmen kültür ve medeniyet vasıflarının gücüyle, 20.yy. başında kuracakları yeni devletlerine kadar onlarca güçlü diğer devlet ve topluluğa rağmen BİZ kavramını muhafaza edebilmiştir.

Peki neden?

Yazar Hakkında: Alptekin YAVAŞ

Yerlerde Kadın İsimleri

Ben Ankaralı’yım… İnsanların “memleket nere?” sorusuna baba kütüğünü söylemelerini her zaman garip...
Devamını Oku

1 Comment

  • Merhaba hocam,
    Herseyden once cok guzel bir yazi olmus.Keyifle okudum.
    Zannimca dogru soru “neden” degil “nasil” sorusu olmalidir diye dusunuyorum…Biz olmanin surekliligini nasil basarmislardir?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir