Değişim II

Yazar Hakkında: Alptekin YAVAŞ

Yerlerde Kadın İsimleri

Ben Ankaralı’yım… İnsanların “memleket nere?” sorusuna baba kütüğünü söylemelerini her zaman garip...
Devamını Oku

Medeniyet değişimleri hazırlık dönemlerindeki gelişmelerin vasfına göre bir seyir izler. Orhun yazıtlarının satır aralarına yansıyan ifadeler arasında vezir Tonyukuk’un Bilge Hanı, yapmaması hususunda uyardığı konu, medeni(şehir)leşme istekleriyle ilgiliydi. Göçebe Türkleri şehirli yapma isteği olarak okunursa bu kültürel değişim çabası bizatihi tepeden inmeci ve zorlama bir uygulamadır. Ancak son araştırmalar Köktürk devletinin bilinenin aksine, çok erken tarihlerde Balasagun gibi son derece gelişmiş kent donatılarına sahip şehirlerde oturduklarını ortaya koymuştur. Dolayısıyla Kağan Bilgenin yarı-göçerlikten tamamen şehirli kültürüne geçme isteği, zaten yıllarca uygulanarak olgunlaşmış toplumca benimsenmiş bir medeniyet değişiminin devletin en tepesi ağzıyla ifade edilmesidir.

Tuğrul Bey Ön Asya denen topraklara hareketli Türkmen boylarıyla birlikte yerleşip Selçuklu devletini kurduğunda yaptığı ilk iş, para bastırma hilat dağıtma, vezir edinmek gibi bu yeni tanıştıkları dünyanın medeniyet vasıflarını benimsemeye çalışmak oldu. O da tıpkı Bilge Kağan gibi en yakınındaki beyleri tarafından değişmekle/dönüşmekle vasıflarını kaybetmekle suçlanmış, aralarında kanlı mücadeleler gerçekleşmiştir. Bu gerçek bir medeniyet değişimiydi. Ama yine de bu değişim bir anda, tepeden aniden gerçekleşmemiştir. Maddi kültürel mirasımızın yeni verilerinden biri, M.Ö. 500‘lü yıllardan beri Türk devletlerinin hanları adına sikke bastırdığını ortaya koymuştur. Bir Türk boyu olan Uygurların XVIII. Yy. kadar Asya’nın en önemli diplomatlarını yetiştirmesi çok dikkat çekici bir başka şehirli kültür göstergesidir. Dolayısıyla Tuğrul Bey kafasındaki medeniyet değişimini –oryantalistlerin bugüne kadar vaaz ettiği gibi- daha önce bunlardan habersiz barbar bir kavme değil, bu gelişmeleri çeşitli boy ve topluluklar altında ve farklı zaman diliminde yaşamış, yani kültürel kodlarında bu gelişmeler mevcut bir topluluk için düşünüyordu.

Bilge Kağan ve Tuğrul Beyin yukarıda zikredilen değişim çabaları tarihi kayıtlara yansıyabilmiş olması ve bu yüzden haberdar olmamız nedeniyle medeniyet dönüşümlerinin başlangıç noktaları olarak düşünülebilir. Ancak bu değişim uygulamalarının çok başarılıyla gerçekleştirilebilmiş olması da gösteriyor ki dönemin mevcut medeniyet kıvamı, bu değişime hazır veya bu değişimi gerçekleştirecek olgunluğa çoktan ulaşmıştı. Bu yüzden Türkler her biri birçok millet ve kültür yutmuş olan Ön Asya ve Anadolu gibi büyük medeniyet havzalarında devrin süper devletlerini kurabilmiş, medeniyetlerini de kesintisiz bir şekilde sürdürebilmişlerdir.

Konunun dışında münhasıran bir parantez olarak belirtmeli ki kültür tarihi bizde bir bilim olarak çok yenidir ve bugüne kadarki bilgilerimiz oryantalistlerin “göçer ve medeniyet kırıcı Türkler” aforizması etrafında şekillenmiştir. Yeni veriler bizim medeniyetimizin özellikleri hakkında daha fazla veri sunacaktır.

Osmanlı anıtsal cami mimarisinin en önemli vasfı merkezi mekândır. Ancak bunun Osmanlı döneminde neşet etmediği; Selçuklu ve Beylikler dönemlerine kadar inen bir hazırlık evresi olduğu uzmanlarının malumudur. Merkezi mekânı vurgulayan ana unsur kubbe kare baldaken alt yapı üzerine oturur. Bu geleneksel ana şema hiç değişmemiştir. Bizim mimari geleneğimizde oval form, ne avlu ne de iç mekânda tercih edilmemiştir. Batılılaşma çabalarının başlangıcı sayılan Lale devri, birçok siyasi politik değişimin yanı sıra mimarlık hafızamızda önemli dönüşümün yaşandığı bir dönemdir. Bunlar içinde 1764 tarihinde tamamlanan İstanbul Laleli Cami, oval formlu avlusu ile mimarlık tarihimizde o güne kadar görülmemiş bir uygulamaya sahiptir. Ondan yüz yıl sonra yapılan Ortaköy Camisinde ise mimarlık geleneğimizde bir başka farklı uygulamayla karşılaşırız. Burada caminin cephe duvarları kubbe kasnağı hizasına kadar yükseltilirken, hünkâr mahfili, içinde kimi zaman elçilerle görüşmelerin yapıldığı özel bir loca olarak, harimle, yani cami iç mekânla biçimsel dengesini kaybetmiştir. Ortaköy Aksaray Atik Valide Camilerinde görüldüğü gibi dönemin yapıları adeta ağır bir makyaja dönüşmüş süsleme unsurları ile klasik cami geleneğimizin artık tümüyle değiştirildiğini ortaya koymaktadır. Ancak şurası garip ki Türk mimarlık tarihinin bu safhasında görülen değişim tümüyle batı etkisiyle olmuyordu. III. Ahmet Çeşmesi gibi Avrupa’dakine benzer ‘meydan çeşmesi’ geleneği uyarlamalarına rastlanırken, özellikle Lale devrinde yaygınlaşan bahçe ve su mimarisine ilişkin yeni düzenlemeler ise Safevi Isfahan etkisi olarak medeniyet sahamıza girmişti.

Peki, bu değişime Osmanlı niçin ihtiyaç duydu? Klasik döneminde, kubbe mimarisinin Romanın Pantheon’u, İran ateşgede ve saraylarıyla yarışabilecek hususiyette örneklerini verebilmiş ve bu haliyle mimari şekillenişin en anıtsal örneklerini üretebilmiş bir mimari gelenek 18.yüzyıldan itibaren batının veya doğunun estetik esintilerini kendi güzellik anlayışına neden tercik etti? Bizce bunun tek cevap durmak, duraklamak, üretememek… Osmanlı anıtsal cami mimarisinin üretimi 16.yüzyılla nihayetlenmiştir. İstanbul Yeni Cami (1663) ve Sultanahmet Camileri (1616), klasik dönemi camilerinin –onların kopyası olmaları sebebiyle- son örnekleri olarak karşımıza çıkarlar. Osmanlının mimarlık üretiminin duraklaması, siyasi başarısızlığı ile paraleldir ve toplumun tüm dengelerini alt-üst eden bu gerileme, sosyal bir olgu olarak sanat alanını da etkilemiş olmalı. Ancak bu estetik zevklerin değişiminin başlıca amili değildir. Nitekim cami mimarisinde yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi bir kötü anlamda bir gelişme yaşanıyorken, Lale devrinde, 18. yüzyılda, minyatür sanatımız Levnî’nin elinde en parlak dönemini yaşıyordu. Bu durum da gösteriyor ki duraklamanın başlıca nedeni, batının Osmanlıyı tüm estetik zevklerinden koparacak kadar derinden etkilemesi, bütünüyle estetik zevklerinden koparması değildi. Ancak 18.yy. Osmanlısı, abidevi sanat ölçülerinde, çağın malzeme, kütle, biçimlenme, plan ve tabii ki güzellik anlayışını, gelenekle harman edecek yeni üretimler gerçekleştirememiştir. 18.yüzyıldaki Osmanlı mimarlık telakkisi, siyasi başarısızlıkların doğurduğu özgüven bunalımı ve bunların giderilmesi hususunda başta ekonomik ve askeri tedbirlerle başlayan batıya benzeme isteği sebebiyle, klasik mimarlığımızı da tüm eski anlayışlar gibi değiştirilmesi gereken bir geri zihniyet olarak telâkki edilmiştir. Bu çağda yaşadığımız bu izale edilmesi gereken geri zihniyet telakkisi bizim geçmişle olan irtibatımızda tamir edilmesi çok güç yaralar açmıştır.

Batılılaşma dönemi sanatı diye isimlendirilen bu evrenin bir hazırlık evresi yoktur. Yuvarlak kemerler, oval biçimli avlular, aşırı süslenmiş camiler estetik aşinalığımızdan uzaktır. Bu yüzden bu formlar, mimarlık hafızamıza yerleşemedi, benimsenmedi. 19.yüzyıldan sonra bir daha bu tipte cami de yapılmadı. Bu durum, 16.yüzyılda bıraktığımız mimarlık geleneğimizle aramızda koskoca 4 asırlık bir boşluk oluşmasına neden oldu. Bu boşluk, “hadi, tekrar klasik camiler yapalım” demekle kapanacak bir mesafe değildir. Zaten bu da ancak taklit olur ki, zaten gayet çirkin taklitleri bugün yapılıyor, anlaşılan daha da yapılacak.

Ancak bizim çağımızın üretimleri -cam, gibi fiberglaslar gibi ve nano teknoloji üretimine mahsus diğer inşaat malzemeleri- kullanarak, bugünün görsel bakışını, gelenekle harmanlayacak yeni estetik değerler üretebilmeliydik… Ancak açık yüreklilikle itiraf etmeliyiz ki, batılılaşmadan sonra kültürel kodlarımıza giren ve göz-estetik zevkimizin bir parçası olan formlar ve biçimler, bugün klasik dönemdekilerden bizlere daha yakın ve bizdenmiş gibi geliyor. Mesela “hayat” denilince kafamızda ev mimarimize ait bir mekân şekli gelişebiliyor mu? Buna karşın “vestibül” çoğumuz için bir şekli ifade eder. Veya “sergen” denilince aklımıza bir futbolcu isminden başka geleneksel konuta ilişkin bir biçim geliyor mu? Tekrarlamak gerekirse geleneksel estetik ve güzellik anlayışımızla aramızda koskoca büyük bir boşluk vardır. Bunun telafisi; üstüne üstlük çağın şekil ve anlam değerleriyle harmanlayarak yeniden estetik dünyamıza kazandırmak, öyle birdenbire olabilecek bir şey değildir.

Bugünün biçim duygusunu, bir an için klasik bir 15.yüzyıl şehriyle değiştirme şansımız olsaydı, o şehrin, o evlerin içinde yaşayanlar bizler olsaydık, aile kavramı zedelenmiş, hayatında bir şiir okumamış, bir kere olsun herhangi bir şey için tefekkür etmemiş, her şeyini paraya tahvil etmiş, sadece ve mütemadiyen parayı düşünen bugünün insanı, acaba kaç gün o güzelim ahşap evlerde otururdu? Evlerinde bir ruhu vardır ve bizim bugünkü anlam duygumuzla o ahşap evlerinki arasında derin uçurumlar vardır.

Evet, kabul etmeliyiz, bugün bizler betonarme, keskin kübist çizgilere sahip, estetik kaygısı sıfır, az maliyetli evlerde yaşabilecek bir anlam ve biçim duygusuna sahibiz. Geleneksel görsel terbiyemiz artık hatırlayamayacağımız kadar bizden uzakta. Bizler ahşap evlere ancak Safranbolu’da günübirlik gezilerde tahammül edebiliriz! Modern insanımız iki günden fazla o evde yaşayamaz, çünkü bugünün hayat tarzını ahşap evin formuna adapte etmesi gereken mimarlarımız birkaç asırdır başka işlerle meşguldü. Kabul edelim, mevcut medeniyetimizin batılı karakteri son üç yüzyıldır oluşmuş; bu sırada geleneksel şekil duygumuz yok olmuştur.

Medeniyetler ve kültürlerinden içinden beğenmediğiniz öğeleri, kanunla yasayla çıkartamazsınız. Hele hele görsel hafıza gibi yüzyıllar süren ve genetik kodlara işleyen kültürel argümanlar bir anda değişemez. Dolayısıyla batıyla girdiğimiz medeniyet ilişkimizin mevcut kültürümüze yansıyan biçimlerini doğru anlamalıyız. Bunları yeniden bizim anlam ve biçim duygumuzun kazanında yoğurup bize benzeyen formlara dönüştürmeliyiz. Milletimizin bu vasfı olağanüstüdür. Büyük medeniyetler de zaten böyle hayatiyetlerini sürdürürler.

Biz ancak mevcut şekil duygumuza geleneksel bir muhteva katabiliriz. Ama bu günümüzün ihtiyaçlarını karşılayacak formlar ve şekilleri de ihtiva etmesi gerekir. Bu bağlamda “Yeni Bir Medeniyet Tasavvuru” derken neden bahsettiğimizi, meselenin ne denli büyük ve cesametli olduğu göz ardı etmemeliyiz.

 

Yazar Hakkında: Alptekin YAVAŞ

Yerlerde Kadın İsimleri

Ben Ankaralı’yım… İnsanların “memleket nere?” sorusuna baba kütüğünü söylemelerini her zaman garip...
Devamını Oku

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir