Hicr, Firkat, Hicran gibi ayrılığa dair sözler bölünme anlamına gönderme yapar. Tıpkı bireyler gibi toplumların da, onların inşa ettiği devletlerin de en büyük korkusu bölünme ihtimalidir. Devlet, millet düzeyinde bölünme söz konusu olduğunda, coğrafi-mekânsal bir kopuşun ötesinde bir duygudaşlıktır esas ayrılığa sebep olan. Esasen AYRILIK, aynı anlam duygusunda olamayanların artık fizik olarak da bir arada olamama durumudur. Birliktelik ise özü itibariyle toplumların kavram ve imgeler etrafında tesis ettikleri zemindir. İşte bunların niteliği o toplumun mayası, ruhunu, tinini ortaya koyar.
Tıpkı bir canlı organizma gibi milletlerin de en mühim gayesi var olabilmektir. Hayatta olabilmek, her ne olursa olsun yarına çıkabilmek. Bu uğurda dilin hatta dinin değişmesinde beis yoktur. Hele ki Asya gibi nice dev kültürleri yutmuş, tarihin tozlu raflarına kaldırmış bir gayya kuyusunun ortasında yaşıyorsanız. Hayatta kalabilmek ilk düsturdur. Bu açlık ve güvenlik kaygıları bir nebze aşıldıktan sonra sanat, kültür, örf anane vb. kavramlar eşliğinde toplumların bu dünyadaki varlığını bir renk olarak diğerlerinden ayıran yeni bir vasfı ortaya çıkar. Kuşkusuz her toplumun hayatı yorumlama biçimi de farklı olduğu için bambaşka hissedişler, bin bir çeşit renk ve motifle kendini ifade edebilen yorumlar cümbüşü oluşur. Aslında insanoğlunun varoluşsal problemlerine karşı hayatı çekilebilir hale getiren de bu renklerdir. İşte toplumların ruh, inanç ve duygu ortaklıklarının ifadesi kültür böyle ortaya çıkar. Kültür belirli bir vasadı aşınca daha büyük bir kümede evrensel bir mahiyet kazanır: Medeniyet. Toplumsal yapıların esas kimliğini ifade eden kültür ve medeniyet oluşumu uzun zamanda oluşur, kaybolması da o denli uzun zaman alır. Bu toplumsal ruhun inşa ettiği birey veya o topluluğa ait bireylerin ortaya çıkardığı tin, birbiriyle ayrılmaz uzun soluklu bir düaliteyle birbirini inşa ederken, ötekiyle farkını da ortaya koyar. Bu toplumsal ruhun din, dil veya kimlikten en basit gündelik hayat meşgalelerine kadar çok çeşitli vecheleri vardır. Dolayısıyla bunların biri veya birkaçı tek başlarına toplumsal tini temsil etmez. Bu toplumsal yapı bir bütündür ve doğrusu yanlışıyla o topluma aittir. Kuşkusuz bu tinin derinliği –burada sadece zaman olarak bir derinliği kastetmiyorum- o toplumun birlikteliğini, hayatı yorumlama konusundaki derinliğini ortaya koyar. Kuşkusuz –tıpkı kültür gibi- vasadî bir düzeyi talep eder ve her bir araya gelmiş toplulukta da karşımıza çıkmayabilir. Bu anlamda bireylerin bir araya gelmesi kültür tesis edebilmek veya kendi insan tipini inşa edebilmiş toplumsal tinini oluşturmak için yeterli bir neden değildir.
Hayatı aynı biçimde algılayan hisseden inanan bireylerin bir araya getirdiği toplumlar zamanla bu ortaklığın kökleşmesiyle diğer toplumlardan kendisini ayıran bir değerler manzumesi tesis eder. Bir toplumun değerler manzumesi oluşmamışsa ve/veya var olanlar yitirilmişse ortak davranış kalıpları zarar görür. Bu davranış kalıpları ne kadar süreklilik arz ederse toplumların örf adet anane dedikleri yaklaşım kalıpları o ölçüde kökleşir. Bu yaklaşım kalıpları ise ortak duygu, inanç veya hissetme/birlikte düşünebilme halinin yansımasıdır. Bu ortak duygu hali gelişmedikçe ortak davranış kalıpları da oluşamaz. Davranış kalıpları olmayınca da toplumsal değerlerden bahsedilemez.
Ortak duyguya hitap eden toplumsal tin esasen devamı olma duygusunun bir tezahürü. Dolayısıyla işin özünde bir kültür ve medeniyet ölçeği var. Örneğin medenî/şehirli olma ölçütünü bu türlü ortak davranış kalıpları belirler. Bunlar yeterli derinlikte olmadıkça göçebeliklikle şehirlilik arasındaki çizgi arasında bir yerde kalınır. Evlerinizin kimliği olmaz, bir esnaf kültürünüz yoktur, sokaklarınızda bir kimlik henüz yoktur, ya da hiç oluşamamıştır.
Merkezinde insan olduğu için bu ortak tin olgusu durağan değil sürekli devinim halinde olmak zorundadır. Toplumların tarihteki uzun yürüyüşlerindeki savrulmalarını onların hayata karşı bu davranış biçimlerinden anlayabiliriz. Gerçekten de toplumları, onları teşkil eden bireyleri hayatı kavrama anlama idraklerindeki değişim üzerinden izleyebilmek ne kadar ilginç, ne kadar heyecan verici !!!
Toplumsal ayrılık en çok ‘BÖLÜNME’ kavramıyla ifade edilir. ‘Ülkemizin bölünmez bütünlüğü’ sözünde tehdit olarak algıladığımız ilk şey coğrafya, ikincisi ise siyasi birlikteliğimiz, yani devlettir. Yani bölünme tehlikesi varsa tehditte olan vatan yani coğrafyamız, diğeri de sayısız kez yapıp yıktığımız devletimizdir. Birlikteliğimize yönelik başka bir tehdit yokmuş gibi hep ikisi akla gelir… Mesela dilimizin tehdit altında olması birlikteliğimize halel getirmiyor nedense! Kim bilir, belki de, tarih boyunca çok farklı yazı dili kullanma tecrübemize güveniyoruzdur?
Ama tarih anamızın beşiğine baktığımızda bölünme konusunda meselenin o kadar basit olmadığını anlatıyor. Örneğin dünyanın gelmiş geçmiş en büyük devletini kurmuş Moğollar. İkinci kuşakta bölündü, dördüncü kuşakta yok oldu biliyorsunuz. Onların bölünme hikâyesinin başlıca amili ne büyük siyasi rakipler ne salgınlar ne de başka felaketler… İran’da büyük Sasani ve Pers medeniyetlerinin onların göçebe hayat tarzına gayet yabancı hayat teklifiyle karşılaştılar. Bir kuşak sonra o büyük medeniyet havzası içinde eridikçe, ataları Cengiz’in yasalarıyla amel etmek isteyenlerle, büyük şehirlerde nispeten rahat bir hayat isteyenler arasındaki büyük yarılma İran’daki Moğolların sonunu getirdi. Kuzeyde, Altın Orda’da, İslam dinini giren ve gelişmiş şehir hayatını, bir sürdürülebilir hayat garantisi veren şeriatı (hukuku) talep eden medeni Moğol artık oradan oraya kan ve dehşet içinde bir hayatı istemedi. Bölündüler. Aynı şekilde Çin coğrafyasındaki büyük Moğol devlet parçası da yeni toplumsal yaşam tarzını eskisini sürdürmek isteyenlere rağmen talep ettiler. Nihayetinde bile-isteye gönüllü bir bölünme; ama yine de bir ayrılık hikâyesi bu…