Bireyler tarih boyunca varoluşsal yalnızlıklarını bir topluluğa, millete veya cemaate mensup olarak giderebildi. “Nereden geldim ve nereye gideceğim” konulu o büyük yalnızlığa ancak kendisi gibi çözümler arayan ‘diğerleriyle’ bir arada katlanabildi. Böylece her topluluk farklı cevaplarla kendi dünya resmini teşekkül ettirebildi. Varoluşsal sorularına tek başına cevap bulma korkusu bugün insanoğluna yeni bir yol arkadaşı sunuyor: Cep telefonu aracılığıyla ulaşılan sosyal medya. Bir araştırma günümüz insanının sosyal medya aracılığıyla sosyalleşme oranının %81 olduğunu söylüyor. Bu araştırmaya cevap veren bireylerin üniversite gençliği olduğu düşünülürse, cevaplayanların aslında olumsuzlanan bu teknolojik gelişimin hem mağduru (ve bunun farkında) hem de bu teknolojik ‘cemaatin’ gönüllü müridi olduğu anlaşılır. Günümüz insanının sanal ortamda var olma güdüsüne bakıldığında bu bir sonuç mu sebep mi diyor insan. Zaten kalabalıklar içinde olmak istemeyen ve bunun bir sonucu olarak yalnızlığı tercih etmiş bugünün genci için paradoksal bir durum bu. Bir tür, ÖNGÖRÜLMÜŞ, BİLE İSTEYE KABUL EDİLMİŞ BİR YALNIZLIK sanki…
Bugün gündelik yaşamı bireyselleştiren bir yaşam tarzı; aynı zamanda da bireyselleşen bir sosyalleşme söz konusu. Yani, bu yeni tür yalnızlık aynı zamanda bir yalnızlıktan kurtulma şekli. Bugün, 5,l milyarı bulan cep telefonu kullanıcısı dünyanın en büyük cemaatini oluşturuyor. Bu cemaatin müritleri günün ortalama 2,59 saatini cep telefonu geçirmek zorunda. Akıllı telefonlar, bulunduğu topluluğun içinde yalnız kalmayı tercih etmiş bireyi, bulunduğu mekân, toplumdaki sosyal statüsü, yaptığı işe bakmaksızın yeni bir sosyalleşme imkânı sunuyor. Telefonlar aracılığıyla intisap edilen sosyal medya cemaati, bilerek yalnızlığa kendini mahkûm etmiş, adeta bundan hoşnut yeni müridine beğeni sayıları, takip edilme oranı gibi niceliksel verilere göre ne yapması gerektiğini söylüyor. Literatürde “Çelik Kafes” ya da ‘Mcsmartphone’laşma olarak tanımlanmış bu yeni davranış biçimi, bireysel değerler yerine ortak davranış ve değer yargılarına mensubiyeti gerektiriyor. Bunu yeni tür bir dönüşüm yapan ise evrensel çapta bir “anonim hayat” teklifinde bulunması.
Söz konusu cemaate mensupsanız sizin kontrolünüz dışında gelişen, büyüyen bir hayatın parçası olabilme şansınız oluyor. Örneğin üniversite mezunu olmasına karşın ne iş yapacağı (daha doğrusu iş bulabileceği) meçhul genç için cep telefonu aracılığıyla Apple şirketine bir iş başvurusu yapabilme imkânı sunuyor bu cemaat. Bu gerçekleşme oranı çok düşük olsa da ‘İhtimaller Çağı’nda bireyin yaşama tutunması için gerekli umudu ona sunuyor. Nitekim bu umut, her gün başvurduğu İş Bulma Kurumunun ona verdiğinden daha fazla olup gencimize işi gücü olan/zengin/doymuş dünyanın bir parçası olabilme duygusunu hissettiriyor.
Gençlerin yüz yüze ilişki kurmaktan ziyade sanal ortam aracılığıyla arkadaş edinme oranı %80’i bulmuş. Bu, ülkemizde mensubu olduğu tarikatın katalogundan kendisine eş seçen kişileri akla getiriyor. Aradaki fark, evleneceğiniz veya arkadaş olacağınız kişinin olumlu olumsuz yönlerini ihtiva eden verileri size sosyal medya söylüyor. Artık bugünün bireyi, tüm sorunlarını sosyal medya isimli yeni cemaatinde, benzer sıkıntılara muhatap diğer üyelerle birlikte toplu unutma/hatırlamama/yokmuş gibi davranma ayinleri yaparak çözüm arar oldu.
Ülkemizdeki genç sayısı (x’i y’si, z’si dâhil) aşağı yukarı 20 milyona yakın. Bu kuşağın biçim dünyasını sanal dünya şekillendiriyor. Kuşkusuz sanal dünya lümpen, kültürlü, cahil gibi sonsuz sayıda kültür formu alternatifi sunuyor müritlerine. Kanaatimce tüm eski formların bir daha eski haline kavuşmaksızın değişeceği bir kazana atılıp karıştırıldığı yeni tür bir hamule ile karşı karşıyayız. Ne eskisinin devamı niteliğinde bir gelenek yansıması ne de onların terkibî niteliğinde yeni bir yorum. Hiçbirisine benzemeyen bir amorf kütle! Bu durum ‘mcsmartphone’laşmanın kendisine yer açmak için mevcut tüm formları ezip geçmesinin uluslar arası bir sonucu. Her şeyden biraz haberdar olup hiçbir şey olamamışların çağında, neyi ne kadar niçin bilmek gerektiğini bilmeyen insanlar doğrunun yanlışın, iç içe geçmiş formlarıyla soru içinde sorularla muzdarip.
Kuşkusuz bu değişim tek başına sanal ortam eliyle şekillenmiş de değil. Mesela çevrenin değişimi hem sebep hem sonuç aslında. Örneğin eski tip mahalle-sokak formlarının yok edilmesi, bireylerin kadına, yaşlıya, çevreye, geleneğe velhasıl tüm eski hayat tarzına bakışı değiştiriyor. Bu değişen çevre eskiye hiç benzemeyen yeni tip bir bireyi ortaya çıkartıyor. Gecekondudan TOKİ sitelerine kayan yeni yaşam formu evin bir numaralı öznesi anneyi dönüştürdü örneğin. Kendisinin sıkıntıları, hakları, üzüntüleri, hevesleri hakkında daha fazla düşünme, fikir beyan etme imkânı bulan kadınımız onu hâlâ dünkü ev içi sınırları içinde telakki eden kocası ve çocuğuyla çatışır hale getirdi. Ev işlerinde kocasından yardım talep etti, eşinden ve çocuklarından kendisine sosyal medyadaki gibi sevgi-saygı gösterilmesini istedi. Annenin bu taleplerini reddetmek aslında kendileri de bu dönüşümü farklı biçimlerde yaşıyor olsa da baba ve çocuk için daha kazançlıydı. Yeni edindiği şehirli bir alışkanlık olan günlük sporunu tamamladıktan sonra eşinden ayaklarını yıkamasını isteyen babamız işte bu acıklı paradoksun kahramanı. Aile içi çatışmaların üzücü sonuçları sık sık medyaya yansımasına karşın hiç kimse çatışmanın esas sebepleri konusunda düşünmedi. Bu, maddi yaşam formlarıyla birlikte anlam dünyasında da bir değişimin gerçekleştiği kadın ile hâlâ aynı kadın telakkisine sahip kocasının yaşadığı bir çatışmadır. Ülke olarak kadınları ‘mor çatılarda’ saklayarak sorunu çözdüğümüzü düşündük. Mor evlere sığınan bir kadının, sosyal medya üzerinden eski kocasıyla iletişim kurup ‘arkadaş edin’ isteğine olumlu cevap verdiğini bir düşünün, ne ironik olurdu! Değişen ev formlarının da yaşam biçimlerini etkilediğini unutmamak lazım. Artık TOKİ ile ayrı odalara sahip bireyler sorunlarını bir odanın içinde konuşmak/tartışmak şansından mahrum oluyor. Bireylerin her biri müstâkil yalnızlığı içinde, tesis ettiği istisnaî hayatın eşsiz bireyi olarak küçük de olsa kendi sınırlarını çizebildiği evreninde yalnız yeni mimari forma sahip. Ama hoşgörü, diğergâmlık gibi terimleri artık Osmanlıca sözlükler içine koyup raflara kaldırdık.
Sadece orta sınıfta gerçekleşen bir değişim de değil bu. Kültürel bir boyut katılmamış burjuvazinin yeni tip şehirli kadını, bu konudaki dini hassasiyetlerinin olanca sınırlamalarına rağmen mahremini sosyal medyada –takipçi sayısı istatistiği uğruna- teşhir etmekten geri durmadı. Burada dikkati çeken nokta dini hassasiyetlere uygun bir kıyafetine rağmen bayanın o dinin anlam dünyasıyla hiç uygun olmayan bir iş eylemesi. Demek ki bu sosyal medya müritlerinin yeni tip hayat tarzında, eskiye ait din veya diğer kültür formları sadece metâdan ibaret; muhteva tamamen önemini yitirmiş.
Bireyin mensubu olduğu eski geleneğin dinî veya toplumsal değer yargılarla üretilmiş sınırlamaları, bu yeni hayat tarzı karşısında çaresiz kalıyor. Bu, daha önce karşılaşmadıkları türden bir meydan okuma. Bugün her fert, hangi kültür-millet-din veya sosyal statüde olursa olsun bu meydan okumaya bir başına muhataptır. Ayrıca bugüne kadar bu yeni teklife antitez üretecek dini, politik veya sosyal bir doktrin de ortalıkta görünmüyor. Toplumun bu yeni tür meydan okumaya en savunmasız kesimi yaşlılarımızdır. Zira bugünün çocukları bu medya kültürünün içine doğuyorlar ve insanın kolay uyum sağlama kabiliyetiyle bu konuda daha şanslılar. Ama yaşlıların ki tam bir arada kalma hali. Değişen bilgi teknolojisi onu takip etmekte zorlanan eski kuşakların gelenekteki âkil, bilge konumunu zedelerken, kendisi de geleneksel dünya görüşüyle bugünün hayat resmi arasına sıkışıp kalmış görünmekte. Yaşlılarımız televizyon kumandasıyla tanışalı daha birkaç yıl olmuşken akıllı ekranlar karşısında el hareketiyle görüntü kaydırmayı öğrendiler. Hayatında annesinin saçını bile birkaç defa görmüş insanlar aynı el hareketiyle daha önce hiç görmediği namahrem görüntülere erişebiliyor. Masal veya destan anlatan yaşlılardan, evlenme programlarında geleneksel kodlarında olmayan bir sevgi ve evlilik anlayışını televizyon ekranında arayan insana kolaylıkla dönüşebildiler. Zaten, konuşma dilinin eski değerini yitirdiği, yerine kısa cümlelerle –bazen harflerle-, imgelerle, süratli konuşan bir anlayışın yerleştiği bu yeni hayat tarzında iletişimleri de azalmıştı. Dedikodu yapma, başkasının şahsî hayatını merak etme onların kültürel geçmişlerinde yokken, yeni medya imkânlarıyla, daha önce hiç tanışmadığı –belki de hiç tanışamayacağı- kişilerin en mahrem bilgilerini ulaşmanın iştahıyla tanıştılar. Yaşlımızın geçmiş diye kültürel kodlarındaki tüm bildiklerini ihtiva eden o eski formun yerini bu yenidünya resmi aldı. Artık bulunduğu köşede bir şeyler okuyan, bir şeyler üreten, hayır konuşan, hiç sıkılmayan yaşlı tipi yerine bu yeni hayat tarzıyla dönüşmüş bir dede-nine portresi de oluşmuş oldu. Eskinin masal anlatan, deyiş getiren, usûl-erkân öğreten bilgesi yerine çabuk sinirlenen ya siyaset ya evlilik/kadın programı takip eden, hiç sorgulatmadığı içinde aklın, bilginin yer almadığı bir din anlayışına sahip, daha önce tanımadığımız nineler/dedeler oldular. Görünürlüğün tek geçerli slogan olduğu bir çağda, gizemin, perde arkasından yâranına seslenmenin bir sevgi formu olarak bilindiği eski geleneğin bu yaşlı mensubu, bu yenidünyaya ait sevgi anlayışı içinde çaresiz ve YALNIZ.
Son yıllarda görünür olmanın cazibesiyle maket Kâbe çevresinde tavaf yapan veya selfi çektiren eskiyle yeni arasında kalmış başka ‘YALNIZLARI’ da gördük. Bu tek kelimeyle geçmişle gelecek arasında sıkışmışlık hali. Tıpkı Amasya’da yaptırılan, kıyafetleriyle geçmişi, elindeki telefonla geleceği yakalamaya çalışan ‘selfi çeken şehzade heykeli’ gibi.
Yeni hayat tarzında farklı odalar yerine farklı prizlere ihtiyaç var. Çünkü bireyler sosyal medyaya bağlandıkları prizler sayesinde teşkil edilmiş hayali duvarlarla özel alanlarını tesis ediyorlar. Dolayısıyla bugüne kadar kültürel anlamda insanın boşluktaki yerini tarif eden vatan, toprak, gibi kavramları değil priz-kablo bağı sürekliliği tayin edecek. Kuşkusuz kültür dinamiktir, önüne geçilemez bir dönüşüm vasfına sahiptir. Ama bu insanoğlunun –özelde Türk insanının- içinde olmak isteyeceği bir hayat tarzı mı? Dışımızdakine nispeten bizi tarif eden kavramlar, yani, kendiliğimiz bu yeni değişim/dönüşüm sonrasında ne türlü bir biçime kavuşacak?
Yazının kurgusunu yaptığımız günlerde “YALNIZLIK” metaforu bir anda yerini ironik bir gerçekliğe bıraktı. Salgın sebebiyle tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de evlere kapanmak zorunda kalan insanımız cep telefonu ve televizyonuyla kurduğu -hastalıklı- ilişkisine bu vesileyle yeni bir boyut kazandırdı. Tasavvufta cilve-i rabbani denir, Allah, bu yeni nesil YALNIZLIK hastalığımıza ev hapsi vermiş gibi! Şimdi o çok sevgili YALNIZLIĞIMIZ içinde tek bilgi ve ilgi kaynağımız cep telefonumuza, işe veya okula gitme sınırlaması olmadan kavuşup günlerimizi dolu dolu (!) geçirebiliriz.
Ama saadetli günlerimizde hiç beklenmedik şeyler oldu. Telefon güzeldi ama evin içi insan dolu. Evin gerçek hâkimi kadının, yeme-içme-temizlik içerikli artan iş yükünü diğer fertlerin de paylaşmasını istemesi gerginlikleri ve ev içi şiddeti artırdı. Korona sırasında ruh rahatsızlıklarının varlığına ilişkin ‘yüce’ google tarama motorunda yüz bin sonuç elde ediliyor. Telefondan sıkılan gençler mahalle maçı yapmak için çareler aramaya başladılar. Eski vakit öldürme alışkanlıkları (kahveye, camiye ve parka gitme vs.) elinden alınmış yaşlılarımız sokağa çıkma yasağına direndiler.
Unutturulan kendiliğini tekrar hatırlayan insan “çelik kafes”in tesirinden kurtulduğu bu günlerde bir süredir unuttuğu yüz yüze konuşma, akabinde kavga etme, küsme barışma gibi eski yaşam tarzı alışkanlıklarını hatırlamaya başladı. Günler geçip sosyal medya dininin ritüelleri artık eskisi kadar cazip gelmeyince insanoğlu yeniden düşünme, konuşma, tartışma gibi eski tip iletişim şekline dönmeye başladı. Eskisi kadar şarjımızı merak etmiyoruz. Gözümüz dışarıda. Yani ‘sosyal medya cemaati’ rahatsız!
Peki, korona sonrası ne olacak, ‘cemaat’ dağılacak mı?
Öncelikle gayet maharetle pişirilip kotarıldığı derhal belli olan bu güzel yazı için yazarına ve bu yayın mecrasına teşekkür ederim. Her bakımdan taze ve doyurucu olan bu kalem işinde, tercihen, içeriğin romantizminin biraz daha hafifletilmesini önerebilirim mahcubiyetle.
Zira yazarın yakındığı yozlaşı sürecinin salt yeni kuşağın duyarsızlığı ve interaktif medya gruplarının hırsıyla açıklanması ve yeterince genç olmayanların peşinen mağduriyet çerçevesine alınması fazla kolay bir çözüm gibi duruyor. Üstelik akıllı cep telefonlarının yayılımının yanı sıra yazıda kısaca değinilen yaşam alanı düzenlemesi dahil bütün bu maddi-manevi girişim bize ısmarlanmış değil. Babalarımız ve biz, bütün bunları karşılamak için akıl almaz borçlara katlandık ve her seferinde söz konusu ürünü istediğimize dair kağıtlar imzaladık. Hakeza, hangi internet ürününü kullanmak istersek isteyelim, karşımıza derhal gizlilik sözleşmeleri ve kullanım şartları dayatılıyor ve hiç sekmeden Kabul Ediyorum’a tıklıyoruz. Ne hikmetse, kabulsüzlüğümüz, serzenişimiz neredeyse derhal bu andan itibaren başlıyor.
Üstelik konu edilen gelişmeler sayesinde, Pencere gibi platformlara ve elbette bu yazı gibi çalışmalara erişebildiğimiz de gözden kaçmamalı. Bence yozlaşıya verilecek en güzel ve anlamlı yanıt, bu tarz işler olmalı.