Unutmak için her şeyini verebilirdi. En sevdiklerinden bile vazgeçebilirdi bu uğurda. Basit ama ağır bir geri dönüş olmuştu.
Salı akşamı otobüs biletinin nerede satıldığını sormak için girdiği bir oyuncakçıda dumura uğrayacağını bilemezdi.
Dükkanı toparlamaya başlayan çalışanların kapıya yakın olduğunu görünce içeri daldı. İçeri girerken nasıl bir tonla cümle kuracağını tasarlayan biriydi ve ufak bir boğaz temizleme seansından sonra kapıya en yakın çalışanın yanına yaklaştı. Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı ve içeri girdiğinde sadece 6 adım atmıştı. Aniden durdu. Gözler sabit bir noktada kilitlenmiş ve ayakta durmaktan başka sanki bütün melekeleri kaybolmuştu. Sendeledi. Yanındaki gölgeye başını kaldırıp baktığında çalışan, adama seslendi. Önce “Buyurun” dedi. Ses gelmedi. Tepki de yoktu. Sonra “Beyefendi, iyi misiniz” diye seslendi tekrar. Ufak bir kaş kaldırma hareketinden ibaretti adamın verdiği tepki. Hafif bir sallantıdan sonra çalışana bakmadan, hiçbir şey söylemeden dükkanı terk etti. Büyük olasılıkla, çalışanın varlığından bile haberi yoktu. Bir ruha dönüştü bir anda, hem de yürüyen bir ruh.
Kapıdan çıkıp yürümeye başla
yınca dükkan çalışanının arkasından geldiğini fark edemeyecek kadar efsunluydu. Yaklaşık 50 metre yürüdükten sonra arkadaki ayak sesini duydu ve arkasına bakara “Kusura bakmayın” deme gücünü gösterdi.
Ne olmuştu da böyle olmuştu?
Adım attığı oyuncakçıda ilkokulda zaman zaman alış veriş yaptığı kırtasiyeden burnuna süzülen plastik, naylon karışımı ama o zamandan beri hiç duymadığı bir kokuyu duymuştu. Çok uzak yıllara gitti. İlkokul çağlarına döndü. Kalbi sızladı ve gözleri doldu. Koku alma duyusundan başka bütün duyuları kapattığı için dükkan çalışanını duymamıştı. O dönemi yine yaşadı. Okula nasıl isteksiz gittiğini, öğretmeninden nasıl dayaklar yediğini, eve geldiğinde anne ve babasının hakaretlerini ve vurmalarını tekrardan yaşadı. Evden kurtulmak için okul, okuldan kaçmak için ise ev hiç iyi tercihler değildi. Ama başka yere gidecek kadar cesareti de yoktu. En sevdiği yer uykuları olmuştu.
Hep bir yara vardı içinde. Öğretmeni, annesi, babası ve çevresindekiler onda kabuk bağlayan ve zaman zaman kanayan yaralar bırakmıştı. İşte böyle zamanlarda, kabuk bağlayan o yaralar oturduğu yerden sökülüp, kanla yer değiştiriyordu. Gözleri doluyordu. Kalbi sızlıyordu. Vücudu titriyordu.
Yıllar sonra, yatılı okullarda kalıp çalışmayı kendine ilke edinen bu adamın ülkece ünlü bir mimar olacağını kimse öngöremezdi. Hayal kurdu, yılmadı, çalıştı ve yaptı. Adı ülkesinde ne kadar büyük olursa olsun, çocukluğunun izlerini silememişti. Unutamamıştı bir türlü. Büyümek belki unutmuş olmayı gerektirirdi ama demek ki yeteri kadar büyümemişti.
Oysa unutmak insanın elinde olabilseyd
i ne de çok gülecekti belki. Düşünmeyecekti ama şimdiki gülmelerinin unutmak isteyeceği anılardan devşirilme olduğunu bilmez ki insan!
Hayaldi tüm hayatım
Herşeyi hayal ederek yaşadım
Bu süreçte yanlız kaldım
Çok yanlış yaptım
Ama her zaman ders aldım
Şimdi dimdik ayaktayım
Hayyallerime adım adım gidiyorum
Hayatı yeniden adlandırıyorum
Acılarımı, yanlışlarımı kapatıyorum
Lakin geçmiş işte onu asla unutamıyorum.
Koku unutulmaz…
Unuttum sanırsın duymadıkça…