Cezayirli Fransız Albert Camus’nun romanları doğup büyüdüğü yerlerde geçer ve fiziki coğrafyanın bütün özelliklerini okuyucunun gözleri önüne serer. Romanın sahneleri beşeri coğrafyanın kültürlerinden bağımsız, Fransa kopyasında yaşanır.
“Yabancı” romanı Absürdizm ilkelerine bağlı kalarak, roman kahramanının işlediği cinayeti bir başka kişinin iradesi doğrultusunda kendi seçimini yapmadan öldürdüğünü anlatır. Camus, romanın düşünce yönünü öldürülen Arap üzerine değil, bütün insancıl yönlerini öğrendiğimiz Fransız üzerine yöneltir. Kahramanın cinayet işlemesi akabinde inkarcı bakış açısı ile ölen Arap’ı hepimiz çabucak unuturuz.
Kahraman, yargılanırken cinayeti unutturarak kahramanın ahlaki yönünün zayıflığına ceza verdirtmeye çalışır.
Romandan yıllar sonra ise Fransa milyonlarca Cezayirliyi öldürür ve her Fransız gibi Camus da bu ölümlere sessiz kalır. Fransızların ve Cezayirlilerin beraber yaşayabileceğini beyan ederek doğduğu coğrafya yükünden kendini kurtarır.
Doğup büyüdüğü coğrafya insanın kaderi değil, ırkının ona bahşettiği kaderidir. Ve o kader katliama sessiz kaldığı için Camus’u Nobel’e götürür.
Batı coğrafyasından orta ve doğu coğrafyasına baktığımız zaman ise karşımıza göçebe kavimler çıkar. Göçebe kavimler doğup büyüdüğü coğrafyaları terk ederek yeni coğrafyalarda yerleşik düzenle tanışmışlardır.
Güçlünün zayıfı ezdiği göçebe düzeninde topluluk halinde yaşarken bile her birey atının üstünde yalnızdır. Ortak düşman varken birlik olur, yokken ise düşmanı beraber yaşadığı topluluktur.
Göç edip geldiği, yerleşik düzene geçtiği iklim ve fiziki coğrafya şartları karar mekanizmasını değiştirmez. Oluşturduğu toplum içinde bireysel çıkarlarını gözetecek şekilde yalnız, toplum bozgunculuğu yapacak kadar da göçebe karakterlidir.
Sonsuz özgürlük, adalet, hoşgörü sistemi ve kitaplı dinlerin yorumu dahi güce göredir. Yaşamsal döngüde her zayıf bir gün güçlü olup zayıf olanı ezmeyi bekler.
Doğup büyüdüğün coğrafya kaderin değil ırkının verdiği donanım kaderindir.