Hiçbir yüze bakmadan gözleri sadece basacağı yerlerde yürüyen bir adamdı. Yalnızca tanıdık yüzleri görmek değil; tanımadık yüzleri de görmek istemiyordu. Temas etmek istediği tek şey ruhunda hapsolan adamdı. Bir suçlu edasıyla yürüyordu caddelerde. İsmiyle birilerinin kendisine seslenmemesini diliyor ve bu dilek denizinde içinden şarkısını mırıldanıyordu. Elleri cebinde, ruhu kafeste, beyni uzaklardaydı. Nice zamandır böyleydi. İstediği, dağılan bir dünyanın toparlanması mıydı yoksa kirden toparlanıp yumak haline gelmiş bir dünyanın dağıtılması mıydı, kimse bilemedi.
Mahcup yürüyordu sokaklarda. Yaşamanın mahcubiyeti üzerindeydi. Bu zifiri dünyada mum dahi olamamanın mahcubiyeti… Mağdur yürüyordu sokaklarda. Kire, pasağa bulanmış dünyada kire bulanamadan nefes almanın mağduriyeti… Mağlup yürüyordu sokaklarda. Dönen dünyanın kaidesinin mağlubiyetle son bulacağını bildiği umut mağlubiyeti…
Ne umudu kalmıştı ne sevinci. Her şeyiyle varlığı yaşamaya, yaşaması da varlığına bağlı incecik ipin kopmaya davetiye çıkardığı yerdeydi; hem de 48 yıldır. Kalabalıkları görüp kalabalıkların kendisini görmediği yerlerde oturmayı severdi. Yalnızlığın en çok bu yanı ona haz verirdi. Çünkü yalnızlığını en çok bu durumda hissederdi. Kaçardı dünyadan, dünyaya dair çok şeyden.
Sanki yıllarca ağzında biriktirdiği küfürleri savurmakta da epey cömertti. Tanıdığı insanlara değil sadece; tanımadığı insanlara da en kallavi küfürleri yapıştırırdı. Hak etsin etmesin, tanısın tanımasın; insanlara, düzene, sisteme ettiği küfürler rahatlatırdı onu. Bağırıp haykıracak kadar sesli bir adam değildi. İçinden çıkan haykırışları ise susturabilecek bir güç yoktu.
Mahkûm yürüyordu sokaklarda. Değişmez dünyanın, değişmez kaderine mahkûm olarak yürüyordu…