Eğer insan ölülerle yaşamayı öğrenecekse, önce yaşayanlarla yaşamayı öğrenmelidir.
Ölülerinizle yaşamayı tercih ederken yaşayanları cezalandırmanın haykırışı vardır: Yanlış çocuk öldü. Tüm bunların amacı neydi? Şimdi artık varlığını mı sorgulayacaktı yoksa ölen çocuğu için kendisini suçlu hissetmeye devam mı edecekti?
“Yaşamımızda anlamların kaybını toplayıp önümüze koymalıyız.” dedi. Bir anda kendi sessizliğinde boğuldu ve ekledi; “Yaşamımı aynı şekilde harcamaya devam edeceğim. Çocuğum için bir ipotek borcum var ve bu borcu ödemeliyim. Evet, yaşamın anlamı burada, gözlerimizin içinde.”
Uzun bir tren yolcuğuna çıktığınızı düşlediğinizde sizi en çok hüzünlendiren yalnızlığınızı yolun gerisinde bırakmamış, tam yanınızdaki boş koltukta bulmuş olmanızdı. Bunun yer altındaki toprak bedenlerden pek de bir farkı yoktur. Sığınak olarak gördüğümüz topraklar da bizim için artık anlam kaybından ibaret olabilir. Şimdi bavulumuzda ne varmış bir bakalım. Ah işte burada! Bize kalan en değerli yorgunluklarımız.
“Artık dışarıdaki sesleri duyamıyorum, oldukça güç bir süreç bu benim için.” uzun iç çekişlerinden birisini soludu gözlerini son on dakikadır odakladığı noktadan kopararak. Gidişimin en büyük sebebi kendi hayatımı da onunkine yaklaştırmak.
“Nereye gidiyorsun?” demeye kalmadan cevapladı: “Kendime doğru bir yolculuk yapmam gerek. Borcumu ödemeliyim.”
Her ölümün ardından yaşanan kabataslak ortaya atılmış bir yas süreci vardır. Bireysel farklılıkları unutuşumuzun cümlesidir bu. Herkesin yas süreci aynı mıdır? Bu kadar karmaşık bir yapı olduğunu iddia ederken bizler her nasılsa duruma aynı tepkileri mi vermekteyiz? Hakikate ulaşmanın en zirve noktası unutulmaz bir ölüm tecrübesine sahip olmakken; bu yas süreci ifadesi de neyin nesidir?
Kendi içine yolculuk yaparken yolda bıraktıklarını da düşünmelisin, ödeşmek istediğin hayat, senin duygularının toplamından başka bir şey değildir. Söz konusu beşer ise bir parça bilimsel geçerliliği olanların dışına çıkabiliriz pekala.
Gelin, biraz kendi iç görümüzü geliştirmeye gayretlenelim. Meselemiz kendi hayaletlerimizle ödeşmek olsun. Geride bırakmak en insani ahvalimizdir. Zira birer nisyan örneğiyiz. Gözlerinizi kapatıp gökyüzüne bakabilirseniz şayet, bunu yapmaya da muktedirsiniz.
Trenin nereye varacağının bir ehemmiyeti var mıdır? Sonlu olmayan bir süreç ise bu, bırakalım varacağı yerden el sallasınlar. Ödeşmek ise derdimiz, buna fırsat vermeli.
Irvin Yalom’un “Penny” örneğinde nedendir haftalardır aklımın bir köşesinde kendisini bana hatırlatıp duran bir cümle var: “Eğer insan ölülerle yaşamayı öğrenecekse, önce yaşayanlarla yaşamayı öğrenmelidir.” Sıra kendi hayaletlerimizi yetiştirmeye gelmeden evvel yaşayanlarımızla yaşamak.” Bu hatırı sayılır bir mücadele alanıdır. Ödeşmeyi göze aldıysak ki hayaletlerimizin varlığı bunu çoktan kanıtlamakta, mücadeleyi de göze alacaktık.
Kendi iç yolculuğunuzda gidebildiğiniz en uzak istasyonda inin ve kendi hayaletinize el sallayın. Buna ihtiyaç var bu koca mücadele meydanında.