Yazabilmeye ilişkin çok laf söylenebilir bu Ekim. Gelin görün ki bir şarkının sözleri kadar dokunmayacaktır hiçbir edebi yazı çabası. Neyse ki bir “şey” tercümanlık yapıyor bizlere. Kimine göre bir sigara, kimine göre bir değer yargısı, kimine göre bir şiir…
Uzunca bir süredir neden yazamadığımı sorgularken bu işin bir çaba ile ilgisi olmadığını fark ettim. Bazılarının malumu olan melankoli ile gururdan üşümek arasında giden bir maça benziyor bu süreç. Bilirsiniz yanınızda 10 film tablet olmalıdır; biraz eski şarkı, bir miktar rüzgar ve diğer romantik unsurlar. Hepsini bir köşeye atıp bilişsel bilişsel bir yazı yazmak istedim. Olmadı. Neden olmadı sorusunun bir cevabından çok bu durumun nedeni üzerinde durmaya başlayalım. Neden yazamadığımızı düşünürken bu kadar sancıya bir anlam yükleyemiyoruz?
Evet yazamamak sancısı diye bir hal vardır. Hayatın akışı iyi değildir, kafanız o kadar dağınıktır ki neye odaklandığınızı bile bilmeden yaşarsınız. Gidişatı yorumlamaya çalışırken bir kabızlık halidir gider. Türkçe’ ye epey sonra giren “kal gelmek” yetmiyor bunu açıklamaya. Peki nedir bu kabızlığın nedeni?
Kendimizden, halimizden, tanımlayamadığımız duygularımızdan, düşünme yollarımızdan, kendimiz olamamaktan şikayet edememenin kabızlığı mı? Neden olmasın.
Kaybolmaktan, hayatın basit yönlerine meyletmekten, konfordan yana olmaktan, kaygılardan kurtulma çabasından, yalnızlıktan, azalan nöronlardan, sevgiye duyarsızlaşmaktan, klişelerin sıkıcılığından bir kaçış mı? Neden olmasın.
Duran eşyaları izlerken kendimize tanı koymak, kendi ellerimizle yarattığımız boşluklarda bir kayboluşa mahkum olmak, anlamlı yazılar okumaktan kaçış, iç dökmeye dair hissedilen utançlar… Sanırım Nietzsche’nin bahsettiği durum böyle bir şeydi. Bu kaygı nasıl da büyük bir kabızlığa dönüşüyor gözlerimin önünde.
Şimdi gelelim edebi bir şeyler karalama sancısına. Bunun esasında bir kaçış olduğunu düşünebiliriz ve fakat bunu düşünürken düştüğümüz yanılgı şudur: kendimizi tanıyamıyor olmak ve kendimizi tanımak için attığımız adımların boşuna olması. Eski bir defter bulma umudu, saklanmış hediyeler, hatırı olan şarkılar, anlam arayışına dair kitaplar, uğruna mücadele edilen işlerden vazgeçip kendini bulmaya yönelmeye dair ne varsa her şey. Zaman kaybı ile birlikte kendini de kaybeden insanların bir aşure gününden beklentisi başka ne olabilirdi ki. Rastgele açılan internet sayfalarından tutun da asılan her bir kıyafet için mandalın lazım olup olmamasına kadar sıraya koymakta zorlandığımız işler için kendimizden özür dileyecek miyiz?
Bu dağılmayı daha iyi yordamak üzere psikiyatrinin hangi kuramına bakalım? Erken çocukluk dönemimizde mi arayalım kendimizi, bir şiirin satır aralarında mı yoksa eriyen bir gelecek planında mı? Şimdi gerçekçi mi olmalı, romantik mi yoksa postmodern mi? Yüklediğimiz anlamlar dünya üzerindeki güzel dişli siyahiler kadar çok çeşitli olabilir.
Bir dergi için yazılmış olan ve edebi olması beklenen yazı hangi kimliğimizin yansıması olabilir? Gerçekçi, romantik, yaratıcı? Rastgele bir düzlemde kabızlığın anlamını keşfetmek için örneğin ekşi sözlük yazarlarının üslubunca aforizma kasabiliriz. Yahut bütün gurursuzluğumuzla(!) oturup ağlıyoruz çoğu zaman, öyle yapmıyor musunuz? Öyle yapın…
Bilirim kimsede karşılığı yoktur birçok sözcüğün yan yana gelmesi.
Bu varken kaybolma halini başka nasıl tasvir edelim bilmem lakin bildiğim bir şey var: insan kaybolur, evet. Bir pazar gecesi görkemsiz ve ıssız bir sokakta dolaşırken kaybolur. Bir mezarlığın önünden geçerken okuduğu isimlerde kaybolur. Nerede olduğunu ve nereye gideceğini bilmezken kaybolur. Şimdilerle muhbirlik yaparcasına girilen medya kanallarındaki kayboluşun romantik versiyonları vardır. Örneğin insan bir küçük çocuğun bakışında kaybolur. Bilirsiniz, yazılarda kaybolur giderken tanımlayamadıklarımızın sancısını çekmekteyiz. Bu çok sesli dünyanın zengin ama savunmasız gençleri gibi kayboluyoruz. Üzülmekle acımak arasında bir yerde kayboluyoruz.
Ve her zaman olduğu gibi bir sonuca ulaşamamak da yaşama dahildir.