Güzler bilirim ülkeme dair, karşılıksız kalmış bir sevda gibi gelir.
Kalakalmış bir kıyıda melul ve tenha
Kalbim gibi.
Kaybolmuş daracık ceplerinde elleri
Titreyen kenar mahalle çocukları,
Bir sıcak somun için, yalınkat bir don için dökülürler bulvara
Yapraklar gibi.
Adil Erdem Bayazıt, Bülbülderesi, 1971
Bazılarının kafası metro istasyonlarına benzer. Tren sürekli yolcu alıp yolcu bırakmaya programlanmıştır. Herhangi bir istasyonda, örneğin Bahçelievler’den Yenikapı’ya, ruhunuzu teslim etmek üzere kalabalığa karışıp yok olmaya doğru adım atarsınız. Trene binmek üzere attığınız adım, içeride var olma mücadelesi ve yolculuğun salt kendisi fazlasıyla boğucu ve karanlıktır. Kalabalıklar düşünce dünyamızı doğrudan etkilemektedir. Büyük bir şehrin koşturmacalı akışına kaptırıp hiç durmaksızın yürümek, sizi de mütemadiyen fani olana -sonucu olana- yönlendirmektedir. Durup düşünmek şöyle dursun arka arkaya gelen kalabalıklarda pek de bir kıymetinizin olmadığını göremezsiniz bile.
İnsan, nedendir bilinmez, kaptırıp gidebilen bir varlık. Bunu en iyi kalabalık içinde yapar. Peki ya kafası kalabalık olanlar? İkilemler içinde yaşayan, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, sadece eyleyen ve amacını bilmeyen insanlar, rüzgârın üfürmesiyle harekete geçen sokağa dökülmüş yapraklardan farksızdır. Heveslerini idealleri zannedenlerin dünyasına sanırım modern dönem deniyor. Bu modern dönemin insanının kafası, kent yaşamı ile özdeştir. Kalabalık biriktirerek hedefe varacağı yanılgısı ise bunun bir tezahürüdür.
Metro insanının çoğunun bir valizinin olması, yol üzerindeki otogar istasyonunda kalabalığın yerini sessizliğe bırakması ve nihai istasyonun bir havalimanı olması da yaşamın bizzat kendi akışının yansımasıdır. Kalabalık olan kafanızın hayatınızın bir döneminde mutlaka yerini sessizliğe bıraktığı olmuştur. Bir ayrılık, bir yaprağın kopması, bir doğuş ve sizi durduran bir ölüm… Eğer bu duraklarda kimse inmiyorsa buhranlı bir yolculuğa devam etmek kaçınılmaz olacaktır.
Kalabalığın insanlarının tefekkür etmeye de pek mecalleri yoktur. Eğer kalabalığın bir parçası olarak oradan kopamıyor, bilakis “kalabalığın insanı” oluyor iseniz burada bir durup düşünmek gerekir. “Tefekkür edemiyorsanız ehemmiyetiniz nedir?” sorusunu sormakla herhalde çok büyük bir gaflete düşmeyeceğiz. Bu fazlaca hareketlilik insanı kendisi olmaktan çıkarıp durma ve susma becerisini, dolayısıyla düşünebilme becerisini ortadan kaldırıyor. Ne büyük bir kayıp ki koşarak kaçmak yerine koşarak içine giriyoruz kalabalıkların. Yapraklardan tek farkımız, bir faydamızın olmayışıdır. Birer kocaman kayıplar dünyasıyken hepimiz, kalabalık şehirlerde kendimizi bulmak zor meseledir.
…Hevesiniz nedir?
…İdealiniz nedir?
…Neden buradasınız?
Ve bu yol sizi nereye götürmektedir?
Sadece bir yaprak olabilmek umut ile gerçekleşecektir. Malum istasyonlarda savrulup kalabalıklardan kopmak, yaşamın en maharetli eylemi olabilir. Herkesin herkesleştiği, buğulu camda kurulan hayallerin aynılaştığı trenlerden inip kimsenin olmadığı sokaklara yürümeye doğru atılacak birçok adım vardır. Koştuğunuz sürece tefekkürden uzaklaşıp herkes gibi bir sona ereceğiz. Herkes gibi yaşayıp herkes gibi susup herkes gibi düşünüp herkes gibi göç edeceğiz.
Fazlaca susup az söylemek ilkesinden hareketle…