“Gitmek” dedi genç kadın.
“Gitmek kolaydı, zor olan kalmaktı.
Ben hep kolay olanı seçtim.” dedi ray tıkırtıları arasında zor duyulan bir sesle. Yüzünde ve elbisesinde uzun bir yolculuğun yorgunluğu vardı her an bir başka anıyı pozlayan fotoğrafik tren penceresinden bakarken. Sessizlik eski kompartımanın kirli duvarlarından yankılanıp Gecenin metronomu ray sesine karışıyordu tıktık, tıktık. Subay elbiseli adamın az önce anlattığı kasabadaki denizin kokusu doldurmuştu havayı. Bir nefesle ciğerlerindeydi adeta. Garipsedi; yanında deniz kokan esmer bir adam, geçmişinde ve suretinde gölgeler olan bir kompartımanla ne kadar da ortak yanları vardı! Yorgun ama istekliydiler yol almaya her an…
Akşam olmaya başlamıştı. Gri bulutlar denizinden geçiyordu tren, dalgasız. Bir sigara daha uzattı adam. Kalpağından, sırma işlemelerden ve armalarından bir Türk subayı olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Siyah saçları, buğday teni, uzun parmakları ve ışıl ışıl gözleri vardı. Rusçası oldukça iyi, zarif ve uzun boyluydu.
“Gitmek” dedi, yakıp sigarasını. “Gitmek bir eylemdir, güç ve irade gerektirir. Siperden çıkmak için bir askerin muhtaç olduğu güce inanamazsınız. Neredeyse her şey siperden çıkana kadardır. Çıkınca ölmek de kolaydır, dönmek de. Zor olan o siperden, korugandan açığa çıkmak, hatta düşmanın üzerine giden ilk adımı atmaktır. Kanımca siz güçlü birisiniz, dediğim gibi gitmek bir eylemdir, güç ve irade gerektirir. Siperden çıkmışsınız siz, ilerlemektesiniz her an. Haddimi aşıyorsam lütfen bağışlayın. İskender tahtında otursaydı, gezmeseydi bilinen dünyayı Büyük İskender olamazdı. Mehmet Han, döktürmese Şahi topunu, yıktırmasa surları, yürütmese karadan kadırgaları, otursaydı sarayında Fatih Sultan Mehmet olamazdı. Görüyorum ki siz de bir sefer içerisindesiniz. Bu başlı başına bir başarı, bir gayrettir. Lütfen geride kalanlar için siz de dua ediniz. Siz ve dahi biz kendi yolculuğumuzdan ve sonuçlarından, kalanlar savaşlarından sorumlular”
-İsminiz Eva’ydı değil mi?
“Evet” dedi ama mukabele edemedi Eva, soramamıştı adını siyah bıyıklı, bacak bacak üzerine atınca daha uzun görünen adama.
Neyse ki “Ben de Yarbay Talat” diyerek gülümsemişti, saatlerdir havadan sudan konuştukları halde resmen tanışmadıkları adam.
“Sahi değinmedik hiç. Sakıncası yok ve tabi izin verir iseniz; Anadolu’da tek başına yolculuk yapan bir hanımefendiye rastlamak pek sık yaşadığımız bir şey değil. Ülkenizden neden bu kadar uzaktasınız? Nereye gitmektesiniz?”
“İsyambul” dedi Eva.
Bu kez bir kahkaha patlattı Yarbay Talat. “Kusura bakmayın, telaffuzunuzdan ötürü İsyanbul olarak anladım gülmem ondan. Çok hoş doğrusu.”
Biraz kızarmış, utanmıştı Eva. “Evet, yanlış oldu. Stambul’a gidiyorum. Rize Rus Konsolosu Vladimir Teofiloviç Mayevskiy’in referansıyla İstanbul büyükelçiliğimize uğrayacağım. Görüşebilir isem Büyükelçi ile de görüşeceğim. Malum savaş iki ulusu hiç olmaması gereken bir duruma soktu.
“Sayın Büyükelçi Mihail Nikolayeviç Girs’ çok meşgul bir adam, hele bu sıralar. Savaş henüz çok yeni, fakat İstanbul’da çok duracağını sanmam” dedi Yarbay Talat.
Çok da tanımadığı bu adamın sözleri hatta varlığı ile adeta rahatlamıştı Eva. Hiç hesapsız içinde beliren huzurun müsebbibi bu yabancıya kayıvermişti gözleri. Parlak çizmeleri, parmağındaki tuğralı yüzük ne de güzel, zevkli ve albeniliydi. Sıradan bir insanın göremeyeceği, belki görse olağan bulacağı şeyleri çok ama çok daha güzel buluyordu mavi gözleri. Ciğerlerine doluyordu deniz kokan adamın iyot kokusu sanki. Konuşmalıydı ama her zaman biraz mesafeliydi Eva, şimdi biraz da yorgun. Ama dokunmalıydı ona. Belki bakışlarıyla, sözleri, hatta belki de varlığıyla.
“Kasabanızdan bahsedebilir misiniz?” dedi.
“Yolculuğun başında kasabanıza benzediğinden bahsetmiştiniz akan manzarayı.”
“Ben Menteşe sancağındanım” diye söze başladı adam. “Güney vilayetlerinden Aydın’a bağlıdır, Moğla da derler. Deniz memleketidir. Dağlarımıza benzettim geçen dağları bir an, denizlerimize benzettim enginliğine sis çöken ovaları… Çocukluğum neredeyse orada geçti. Asker olsam ne çıkar? Ağladığınız gibi sizin de geldiğiniz yere özlemle, gizli gizli bakarken camdan. Biz de özler ama ağlamayız, tek fark budur.”
“Bizim dağlarımız yok ve deniz hayli uzakta. Ve biz ağlayabiliriz, çünkü üniformamız da yoktur, bıyığımız da” dedi Eva. Kahkaha ile güldü Yarbay Talat. Gülüştüler hayli uzun bir süre. Kahkaha bitmeden, tertemiz, serin, çam kokulu bir rüzgar dolmuştu kompartımana. Saçlarını tarıyordu sanki usul usul. Bir yandan yüzlerine yerleşen gülümseme gitmesin derken, bir yandan gözlerine düşen uzun saçlarını düzeltiyordu Eva.
Tam da o anda değişen tek şey bu basık kompartımanın atmosferi değildi elbet. Değişivermişti rengi gecenin. Karanlık değildi gökyüzü sanki, gittikçe yol aldıkça tren. Karanlık renkten renge eviriliyordu hareket ettikçe, akıp geçtikçe evren o fotoğrafik tren penceresinden…
Az sonra sertçe açılan kapıyla çınladı kulakları birkaç kez. Bir anda olan bu anlamsız patırtıyı anlamaya çalışırken, zemine dağılan kağıtları gördü Eva. Koltuğa yığılan Talat’ı buldu bir müddet sonra gözleri. Ne olduğu, neden olduğu anlaşılmadan kendi siperinden çıkmış biri tarafından vurulmuştu Yarbay Talat. Koşuşturmalar, çığlıklar içinde her anı kaydetmeye devam ediyordu kompartıman penceresinden geçen gece. Bir de Eva’nın dehşetle açılan mavi gözleri. Ve fonda trenin geçtiği ray sesleri; tıktık, tıktık, tıktık…
Bir müddet sonra düştü gecenin karanlığı kompartımanın eskiyen yüzünde. Tekrar yandı ışıklar üç saatin ardından ve hareket ettiler yeniden, dağıldı sis. Aynı koltuktaydı Eva. Aynı pencerenin kenarında. Daha arkalarda bir kompartımanda. Tek başına. Birden İstanbul’a gidiyor olmayı ve yaptığı aktarmada tanıştığı Yarbay Talat’ı düşündü uzun uzun. Kah isteyerek Kah istemsiz…
Her şey anlamsızdı. Ya da herhangi bir şeye yüklenen o anlam, hiç bir şey ifade etmemeye başlamıştı Eva için. Kaç saat, kaç gece hatta kaç gün geçtiğini bilmiyordu, ama ağarmaya başlamıştı bulutlar. Deniz kokusu doluyordu içeriye ve martı sesleri.
Sabahın ilk ışıklarıyla göstermeye başladı kendini
Her fırsatta ve uzaktan
Mağrur Haydarpaşa
Bir elinde referans mektubu
Diğerinde valiz vardı
Adı Eva…
Çok iyi. Su gibi bir anlatım.
Uzun zamandır okuduĝum en güzel öykülerin başına alıyorum Isyanbul’u.
Akıcı, sürükleyici, yaşanmış ve halâ yaşanıyor gibi bir anlatım.
Teşekkürler..