Grand Rue De Pera

Yazar Hakkında: Serkan Erkoç

Kızıl Piramit

Maslow’a selam olsun. Ben doğmadan çok önce toparlanıp gitmiş olmasa ellerini sıkmak...
Devamını Oku

“İsminiz?”
“Eva Polyakova, bunlar da belgelerim”
“İzninizle, kayıt işlemlerinin ardından arkadaşlarımız size odanıza kadar eşlik edecek. Dilerseniz bitene kadar şöyle istirahat edebilirsiniz” diyerek Avrupa işi bordo renkli koltuklara buyur etti Eva’yı resepsiyonist. Çok beklediği bir teklifmiş gibi gösterilen yere hemen oturuverdi. Yorgun ve uykusuzdu. İhtişamlı, yüksek tavanlı lobide görevlilerin “Orient Ekspress” ile başlayan ancak kalanını anlamadığı hitaplarından ve her halinden hakkında çok şey duyduğu Orient Ekspress’in yolcusu olduğu belli olan hayli şık insanlarla birlikte beklemeye başladı. Otel, atlas yakalı, kırmızı fesli beyefendilerin, hayli şık hanımefendilerin dolaştığı, atların çektiği faytonların ve tramvayların kol gezdiği kalabalık bir caddeye bakıyordu Oturduğu yerden tüm bu muntazam hengâmeye dalmışken yanı başından gelen nahif sesle irkildi;
“Buyrun, arkadaşım size odanıza kadar eşlik edecek bayan Eva Polyakova”

52 numaralı odanın kapısından içeriye girdiğinde geniş, alışık olmadığı derecede büyük bir oda karşıladı yorgunluğunu. Külfetli, ağır, güneş almayan perdeleri kapatıp, az sonra dinlemeye çekilecekti. Yorgun hatta bitkindi. Yol yorgunluğundan ziyade, güzel geçen bir yolculuktan sonra yaşadıklarından, Yarbay Talat’ın başına gelenlerden etkilenmişti hiç tahmin edemeyeceği kadar. Hem de hiç tahmin etmediği kadar…

Ertesi sabah gözlerini araladığında bahar güneşi kalın perdelerin arasından sızıyor ve adeta odayı üçe dörde bölüyordu. Geç olduğunu düşünerek doğrularak bir müddet yatakta öylece oturdu. Sızan ışığın doğrusal çizgisinin değdiği halının oryantal figürlerine daldı gözleri uzun uzun. Sonra kalkıp caddeye bakan ahşap pencereyi araladı. Açınca tertemiz bir hava ve hoş bir uğultu doldu odaya, atların nizami nal seslerinin fonunda. Geçen tramvayın zili çalıyordu telaşla, geç kalmış gibi bir sonraki durağa. Gelen geçene ve sağda solda oyalanan kedilere takıldı gözleri. Kaçmıyorlardı insanlardan ve oturanlara, gezenlere sırnaşıp sevdiriyorlardı kendilerini. Saint Petersburg’da görmeyeceği bu manzarayı biraz hayret, biraz da gıptayla izledi. İstanbulluların hayvanlara iyi davranan hoş insanlar olduğunu düşündü. “Kediler bile kaçmadıklarına göre” diye mırıldandı kendi kendine. “Sıcak ve iyi insanlar…”

İnsan ruhunun zaman zaman ne kadar muhtaç olabileceğini hissetti başka insanların sıcaklığına. Sırnaşan bir kedi gibiydi benliği. Ne kadar yalnız, ne kadar soğuk, ne kadar ıssızdı. Toparlandı ve kapattı pencereyi. Ürperdi, yalnızlığın soğuk nefesi odasındaydı.

Güneşin pencerede çizdiği kavis günden güne değişip gün yaza dönerken on beş günü geride bırakmıştı kaldığı otelde. Beyoğlu dedikleri semti adeta arşınlamış, türlü insanla tanışmıştı. Alışverişin odağı bu semt kalabalık, kalburüstü, keyifli bir yerdi. Öyle ki birçok Türkçe kelime öğrenmiş, bazı kalıplarda soru sorabilir hale gelmişti. İstanbul’da yaşamayı bile düşünmüştü bir vakit. Yaşanabilir ve yaşlanılabilir bir kentti nihayetinde. Denizi gerdanına pırıl pırıl bir elmas kolye gibi takan iki yakasından mı, samimi insanlarından mı, Rusya’ya göre sıcak ikliminden mi etkilenmişti?

Sahi, bir kentte yaşamak hatta yaşlanabilmek için ne gerekirdi?
Bir kenti o kent yapan neydi?
Nereden gelirdi güzelliği?
İçindekilerden mi?
Yoksa o kente ve içindekilere güzel hisler besleyenlerden mi?
Erguvan çiçeklerinin narin kokusunu çekiyordu ciğerlerine. Kimi zaman tek tük martı sesleri eşliğinde penceresinden, tüm bunları düşünürken.

Ertesi gün resepsiyona otel duvarlarında resimleri bulunan otelin, Therapeia’da denize nazır yazlık şubesinde konaklamak istediğini iletti. Görevlinin Tarabya telaffuzu ve bozuk Rusçasıyla boş yer olmadığı, beklemesi gerektiği cevabını alınca hayal kırıklığı yaşamıştı. Son elçilik ziyaretinde öğrendiği kadarıyla büyükelçinin Avrupa’dan dönmesine daha haftalar vardı. Bu süre zarfında sabahları penceresini açınca denizi görmek, şanslıysa geceleri mehtabı izlemek istiyordu ışıl ışıl. Kokusunu duymak belki mavisine dalmak uzun uzun.

Çoktan başlamış yeni bir günün penceresinde hayat dolu manzarayı izlerken, halının yumuşaklığını hissetmek istercesine çıplak ayaklarıyla motiflere dokunuyordu. Dört haftanın sonunda yine güzel bir günü yaşamak, yine güzel bir günde yaşamak için giyindi. Geniş koridordan geçip asansöre bindi ve hayli bozuk Türkçesiyle “Restaurant lütfen” dedi konsiyerje. Mahir görevli bir hamle ile açtı önündeki demir parmaklıkları kata geldiğinde. Birkaç adımdan sonra hemen arkasından gelen ses ile irkildi, durdu ve dondu.
“Gospozha Eva!”
Yaşamayı, yaşam dolu olmayı, hareket etmeyi bıraktı Grand Rue De Pera.
Ve açtı ölü çiçekler duvar kâğıtlarında.
Tarifsiz, belki bu kadar ani olmasından mütevellit anlamlandıramadığı bir sevinç ve heyecan duydu sağ omzunun üzerinden gelen sedaya. Neden heyecanlandığını sesin sahibi ile göz göze gelince anladı Eva.
“Podpolkovnik Talat?” diyebildi usulca.

Konsiyerj parmaklıkları kapatırken ne olduğunu anlamış ne söylediklerini anlamamıştı. Yüzünde güzel bir gülümsemeyle çekiştirdi kolu, asansörün tabanında kayboldu üniformalı adam ve beyaz elbiseli güzel kadın.

Yazar Hakkında: Serkan Erkoç

Kızıl Piramit

Maslow’a selam olsun. Ben doğmadan çok önce toparlanıp gitmiş olmasa ellerini sıkmak...
Devamını Oku

1 Comment

  • Çok güzel bir resimle bütünleşen, virgül’ün anlatımdaki etkisini hisseteren güzel bir öykü.

    Tebrikler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir