Düşe Yazılan

Yazar Hakkında: Serkan Erkoç

Düşe Yazılan

Alkışlar eşliğinde kalın ve bordo perdeler kapanıyor, salondakiler henüz sona eren oyunu...
Devamını Oku

Alkışlar eşliğinde kalın ve bordo perdeler kapanıyor, salondakiler henüz sona eren oyunu olabildiğince alkışlıyordu. Göz göze geldiler, her ikisinin de gözlerinde birbirinin gülümsemesi vardı ayaklanan salonda.
“Beğendiniz umarım bayan Eva Polyakova” diyerek böldü alkış seslerini Yarbay Talat.
“Şüphesiz! Beni çok mutlu ettiniz. Sizi o badireden sonra bu şekilde karşımda görmekten ziyadesiyle mutluyum. O mutluluğun tacı da hiç unutmayacağım böylesine güzel gece oldu. Size ne kadar teşekkür etsem az olacak”.
“Benim için ise bu geceyi harikulade yapan sizsiniz. Trende olan bitene şahit olmanızdan oldukça müteessirim. Keşke daha farklı olabilseydi”
Konuşma uzadıkça Yarbay Talat ile kol kola faytona doğru yürüyorlardı. Adımlarını ağırlaştırıp bazen durdukları oluyor, başları ile birbirlerinin anlattıklarını tasdik ediyorlardı. Çok şık bir faytona binip rahat bir yolculuktan sonra otelin önüne gelmişlerdi. Rusya’da olsa Çar 2. Nikola ile gezdiği düşüncesine kapılabilirdi. Yazlık otelin önüne geldiklerinde Yarbay Talat adabımuaşeret kuralları, belki biraz da zamanın ruhu gereği yalnız bir kadına güvenli otelinin lobisine kadar eşlik etmiş, oyalanmadan, bir şeyler içmeden olabildiğince ince, nezaket dolu bir aceleyle otelden ayrılmıştı. Eva odasına çıkınca yalnızlığı ve odasının ahşap tırabzanlı balkonundan izlediği karanlık deniz ile baş başa kalacaktı. Birden çalmaya başlayan saatlerden gelen gong seslerinden saatin on iki olduğunu anladığında tebessüm yüzünden henüz kaybolmamıştı. Kibarca yarbayı selamlayarak veda etmişti teşekkürler eşliğinde. Ding dong!
Aklında Yarbay Talat vardı. Ve henüz hiçbir şey bal kabağına dönüşmemişti.

Yarbay Talat, yıllarca kıtalarda görev yapmış, çeşitli cephelerde bulunmuş, çok çeşitli memleketler tecrübe etmiş iyi bir subaydı. Avrupa deneyimi vardı ve Rusya’da Mirliva Ali Fuat Paşa’nın büyükelçiliği döneminde önemli görevlerde bulunmuştu. Rusçasının bu denli iyi olmasının sebebi de buydu. Şüphesiz gelecek vaat eden, memleket sevdalısı her Osmanlı Subayı gibi entelektüel, Sultan’a yani aynı zamanda Halife’ye bağlı, emri altındaki tek bir neferi ve bir karış Osmanlı toprağı için canını ortaya koyabilecek derecede cesur, samimi, mesleğinde mahir bir askerdi. Hem bir şeyler vardı sanki onu pek çoğundan farklı kılan. Ve o şeyleri keşfedebilen hayatına giren onca insanda var olmayan ve onu farklı kılan şeyleri görebilen yalnız Eva’ydı belki.
Gece ilerlemişti. Yalnızlığına sokulup balkondan gelen deniz esintisi ile huzurlu, sevinçli bir uykuya daldı.

“Nasılsın?”
“İyiyim”
“Adını söyler misin?”
“Eva!”
“Sevgili Eva, ben Anastasia Fedorova. Beni hatırlıyor musun?”
“Evet. Elbette hatırlıyorum. Neden adımı soruyorsun? Neden soruyorsun bunları, ne oldu, neden yataktayım?
“Sevgili Eva şimdi istirahat et. Konuşacak çok vaktimiz var”
Eva sebepsiz yere ağırlaşan göz kapaklarını tartamadı. Rahatladı ve uykuya daldı.

Ertesi sabah o tanıdık sesten adını duymasının ardından daha büyükçe bir odada açtı gözlerini. Büyükçe bir masanın üzerinde envaiçeşit kahvaltılık vardı. Doğruldu ve bu mükellef sofrada kahvaltı yapmak için üzerini değişmeye koyuldu. Nedenini sorgulamak aklına bile gelmemişti. Olağan bir sabah ve olağan bir durum gibiydi sanki. Birden bayan Fedorova’nın sesiyle irkildi;
“Günaydın sevgili Eva, en sevdiğin kahvaltılıklar için otel mutfağının baş aşçısı şef Faruk Tokatlıyan’dan ricada bulundum. Syrniki bile yaptım kendi ellerimle. Sıcak sıcak, beğenirsin umarım”
Eva geceliğinin yarısını çıkarmışken duyduğu bu sesle telaşla tekrar giyindi. O an farkına varabilmişti tüm olan bitenin.
“Günaydın.” diyebildi.
Yabancı bir odada uyandığını, odasında olmayan kahvaltı masasının varlığını, yeşil kadife berjerleri ve farklı renklere sahip Isparta işi ipek halının farklı motiflerini bu ses ile idrak edebilmişti. Bayan Fedorova’nın sesi davetkardı, ama ihtiyata muhtaç bir güvenle çınlıyordu kulaklarında.
“Dün gece rahatsızlanınca sizi bu odaya aldık. Tanrıya şükür ki iyisiniz. Çok sürmedi. Neyse, isterseniz önce kahvaltıya buyurun. Hem özene bezene yaptığım syrniki de soğumasın.”
Başka bir zaman olsa Eva’nın en cesur yanı ortaya çıkar, adeta mahir bir kılıç ustası gibi özgüvenini kuşanır, olan biteni dilim dilim sorgulardı. Fakat şimdi öyle bir haldeydi ki; bayan Fedorova’nın annesi kadar müşfik sesi, hayli tanıdık siması, sıcak sabah kahvaltısının büyüsü onu annesinin yanı başında olan bir kız çocuğu gibi uysallaştırmıştı. Çocukken en sevdiği hamur işi olan syrnikinin de ayrıca bir katkısı yok değildi bu yabancı ortamda bu kadar uslu durmasının. Her şeyi bir kenara bırakıp bu huzura teslim olmak en kolayıydı. Sorgulamadı. Çocukluğundan kalma bu huzurlu anı yaşamak için bedeli neyse ödemeye, bu güzel kahvaltının tadını çıkarmaya kararlıydı. Gözbebeklerine yansıyan güneş, çocukluğundan kalma sevinci ortaya çıkarıyordu Marmara’nın mavisine benzeyen gözlerinde…

Kahvaltı bittikten sonra olanlar, Eva için bu güzel anın ödemeye hazır olduğu bedeli gibiydi adeta. Yeşil kadife ile kaplı irice berjerlerde bayan Fedorova ile yaptığı sohbet başlar başlamaz afallamış adeta sarsılmıştı. İncecik omuzları hayata karşı hep dik duran gardı ve sarı saçları ile birlikte öne düşmüş, küçülmüş ve savunmasız bir kız çocuğu gibi ağlamaya başlamıştı. Mavi gözlerinden akan yaşları beyaz, dantelli mendiliyle silmek için çabalıyor, beden dilinden bihaber bir şekilde bayan Fedorova’ya güçlü görünmeye gayret ediyordu. Hayatı bir kahvaltı ile bir anda alt üst olmuş, karşısında oturan, rüyalarından tanıdığını düşündüğü bu güvenilir kadından bildiği her şeyin büyük bir kısmının bildiği gibi olmayışını dinliyordu.

“Saint Petersburg ve çevresinde ne kadar uzman doktor varsa gördü sizi. Hatta bir dönem Fransa Alperinde bile kaldınız. Babanız sizin iyileşmeniz için elinden geleni yaptı. Doktorlarınız sizin bir seyahate çıkmanızın sağlığınız açısından iyi olacağı kanaatlerini bildirince babanız arkadaşı ve aynı zamanda kuzeni olan Rize başkonsolosu Vladimir Teofiloviç’e bir mektup yazarak, siz ve biz yardımcılarınızı Rize’nin temiz havasında misafir etmesini kendisinden rica etti. Bir müddet orada kaldık. Size çok iyi geldi. Öyle iyi geldi ki ayaklandınız ve kitaplardan tanıdığınız İstanbul’u görmeyi çok arzuladınız. Sayın başkonsolos savaşı da göz önünde bulundurarak size bunun iyi bir fikir olmadığını, bu uzun yolculuktan ve tehlikelerinden çok bahsetti. Ancak siz hiçbir şekilde kabul etmeyip, İstanbul’a gelmek istediniz. Vladimir Teofiloviç ile babanız arasındaki bir müddet süren yazışmaların ardından nihayet babanız bu yolculuğa onay verdi. Başkonsolos Vladimir Teofiloviç iki mektup yazdı, birisi sizdeki referans mektubudur. Durumu izah eden diğer mektubu ise Büyükelçiliğe, Mihail Nikolayeviç Girs’e teslim edilmek üzere bize verdi. Ne yazık ki her iki mektup da artık savaş sebebi ile İstanbul’a hiç dönemeyecek olan sayın büyükelçiye belki hiç ulaşamayacak. Biz de bu sırada önce Grand otelde konaklamaya başladık. Akabinde hayli uzun bir zamandır sizin isteğiniz doğrultusunda otelin Tarabya’daki yazlığındayız”
“Tüm bunlar olurken benimle görüştünüz mü” dedi Eva? Kirpikleri ıslaktı, ama artık ağlamıyordu.
“Evet, görüştük elbette. Hatta otel yönetimi ve otel görevlilerinin de bilgisi var. Hafızanız sizi yanıltıyor. Bizi tanımadığınızı düşünüyorsunuz. Bu konuşmayı veya benzerlerini defalarca yaptık sizinle. İstanbul’da da bir kaç kez konuştuk. Bununla birlikte doktorlarınızın tavsiyesi üzerine sadece yardıma ihtiyacınız olduğunu düşündüğümüzde veya hastalığınız nüks ettiğinde müdahil oluyoruz. Eskiye göre çok daha iyisiniz. Günbegün iyiye gidiyorsunuz. Yine de siz fark etmeseniz de sürekli gözetimimiz altındasınız. Kapınızı çaldığım günü hatırlarsınız, siz neredeyse akşama kadar uyuyunca hayli telaşlanmıştık”
“Ben, ben” dedi Eva. “Ne diyeceğimi bilemiyorum. Demek, demek o sebeple rüyalarımda görüyordum sizleri. O gerçekçi rüyalarımda olup bittiğini düşündüğüm görüşmelerdeki yüzler, sesler, gölgeler sizlerdiniz. Geceleri gelip benimle konuştuğunu düşündüğüm karanlık yüzlü insanlar sizlerdiniz” diye mırıldandı Eva. Çaresizlik ile açılmış gözleri ve yukarı bakan avuçlarıyla bayan Fedorova’nın gözlerinin içine bakakalmıştı.
“Evet sevgili Eva. Biz kimi zaman geceleri kimi zaman siz güpegündüz alışveriş yaparken, hastalığınız nüks ettikçe ya da yardıma ihtiyaç duydukça sizin yanınızdayız. Birkaç kez odanıza da geldik, görevlilerden kapıyı açmalarını rica ettik. Otel yönetimi durumdan haberdar. Restoranda, asansörde, kısaca her yerde takibimizdesiniz. Güvenliğiniz için tüm personel tanır sizi, isminizi bilir, durumdan haberdarlar.
“O sebeple hiç tanımadığım halde bazı görevliler, hatta geçenlerde ilk kez gördüğümü düşündüğüm asansördeki konsiyerj bana adımla seslenmişti, demek bu yüzden” dedi Eva. Zorla gülümsemeye çalışırken utancı yüzünden okunuyordu.
“Sevgili Eva!” diyerek böldü Eva’nın konuşmasını bayan Fedorova.
“Sen bizim için, hatta seni tanıma şansı olan birçok kişi için çok kıymetlisin. Bu yaşananlardan ötürü üzüntü ya da utanç duymamalısın. Bu çok büyük bir haksızlık olurdu, bunu yapmana izin vermeyeceğim. İstersen en kısa zamanda Saint Petersburg’a gitmeyi planlayabilirim.” dedi samimiyetle eğilerek Eva’nın gözlerinin içine bakarken. İnce ve beyaz elleri bayan Fedorova’nın avuçlarının içindeydi.
“Hayır Bayan Fedorova. İstanbul bana çok iyi geliyor. Hem siz de aynı şeyi söylemediniz mi?”
Bir müddet duraksadı, heyecanla;
“Peki, peki ya Yarbay Talat?” diyebildi gözleri fal taşı gibi açılan Eva;
“Talat biliyor mu?”
Cevabı beklerken zaman ağırlaşmıştı. Duvardaki İsveç işi ahşap saatin altın renkli sarkacının sesi eşliğindeki görecelikte dakikalar gibi gelen o kısa anın ardından sessizlik bölündü;
“Evet, büyük bir kısmını biliyor. Ama onunla olan tanışıklığınız tamamen hayatın olağan akışına uygun. Aranızda olan bitenin neredeyse hepsi gerçek. Zaten seni Yarbay Talat’ın vurulduğu o tehlikeli duruma bilerek sokmamız düşünülemezdi bile. Doktorların tavsiyeleri üzerine o olayın sonrasında çok müdahil olmadık. Talat gerçek, İstanbul gerçek, yaşadıklarının hepsi gerçek!” dedi bayan Fedorova.
Eva oturduğu yere, olduğu odaya sığamadı. Berjerden aniden kalkıp tedirgin, alelacele ve sahte bir tebessüm ile teşekkür ederek selamladı Bayan Fedorova’yı. Bunu yaparken çok da kendinde değildi sanki. Arkasından hızlı adımlarla kendisine yetişmeye çalışan bayan Fedorova’yı duymadı bile. Odasına yöneldi. Kapısını arkadan kilitledi. Ahşap trabzanlı balkonuna oturdu. Denizi seyretmeye koyuldu. Ağlamak istiyordu ama kimsenin bunu görmesini istemiyordu. Gemileri, yelkenlileri, mavnaları, kayıkları izlemeye başladı yaşlı gözleriyle. Balıkçıların kıyıdan balık dolu ağlarla uğraşını. Ne zaman yaptığını hatırlamıyordu. Ama bu balıkçılardan balık aldığını hatırlamıştı. Ağı çekerlerken yanlarına gitmişti. Hatta hediye ettikleri bir miktar balığı otelin mutfağına bırakmıştı. Kırmızıya çalan bir balıktı. Nasıl diyorlardı?
“Barbun” diyebildi usulca gözünden yaş gülümseyen yanaklarına inerken. Hatırladığına sevinmiş, bu ufacık anının bile zihninde yerli yerine yerleştiğinden memnun olmuştu. Ağlaması dinmişti, ama düşünmeye devam ediyordu.

Neden günlerin hatta mevsimlerin bu kadar çabuk geçtiğini anlamaya başlamıştı Eva. Yarbay Talat’ın vurulması ile, otelde karşılaşmaları arasında çok fazla bir zaman geçmemişti. Oysa Yarbay Talat konuşurken uzun bir müddet hastanede tedavi gördüğünü söylemişti. Hatta otelde kaldığı süre içerisinde mevsimin belki birkaç hafta içerisinde yaza dönüştüğüne şahit olmuştu. Düşündükçe yaşadığı günlerin, anıların, olayların arasındaki kopuklukları, karanlık zamanları keşfediyordu Eva.
Bir sabah kalktığında çabucak gelen yaz mevsiminin ve sıcaklarının gelmiş olması, çok da çaba sarf etmeden öğrendiği bunca Türkçe kelime ve alışveriş yaparken kurabildiği Türkçe cümleler…
Düşündükçe ağırlaştı, uykuya teslim olmak daha huzurlu ve kolaydı dalga sesleri eşliğinde.

Sabah güneşinin odasını kalın perdelerle üçe, dörde böldüğü saatlerde uyandı Eva. Ne gelen vardı bu gece, ne de rüyalarında tanıdık ya da karanlık simalar. Hırçın deniz durulmuş, köpüren dalgalar dinmişti. Şimdi çarşaf gibi bir deniz vardı penceresinin önünde. Ve zihninde.

Hayatında belirli bir ahenk ile birbirini takip etmeyen bir düzensizlik vardı. Tüm bu olan biten bir karmaşa, hatta daha doğru ifade etmek gerekirse bir kaos gibiydi. Ve bunu nasıl anlamlandırması gerektiği ile ilgili hiçbir fikri yoktu. Annesini düşündü. Hayatı yaşadığı şehirde geçmişti. Kendisini bir kaos, bir keşmekeşlik olarak nitelediği bu durumdan bir anlığına çıkardığında vardığı sonuç şuydu;
Eva da annesi gibi bir Rus asilzadesi ile evlenecek, şanlıysa bir kaç çocuğu olacak, bir düzineden fazla odası olan bir evde hizmetçiler eşliğinde ömrünü tamamlayacaktı.
Bu hastalık Eva için ne anlama geliyordu o zaman?
Bu hastalık Eva için tam bir felaket miydi?
Bu hastalık Neden Eva’nın başına gelmişti?
İstanbul’daydı. Burada istediği kadar kalabilir, hatta İsviçre’ye, Fransa’ya, İtalya’ya geçebilirdi kimseye hesap vermeden. Bu özgürlüğün sebebi bu hastalıktı. Bu rahatsızlık sayesinde almıştı İsyanbul’u, Rize’yi, bu güzel insanları, Yarbay Talat’ı. Sağlıklı ama tutsak bir Eva’dan ödünç olarak ve ağır bir bedel ödeyerek aldığı bir hediye.
O halde Talat’ı görmeliydi bir an önce. Ona açıklaması gerekenler olduğunu düşünüyordu. Deniz kokan adama her şeyi anlatacaktı. Gözlerinden devşirdiği ve Marmara ile demlediği her şeyi.
Ve deniz kokan dağları görmeliydi.
Sahi adı neydi?
“Moğla”, dedi ve gülümsedi.
Doğruldu yatağından. Doğruldu Eva tüm hayatına. Kıyam diyorlardı İstanbul’da buna. Kıyama kalkmıştı Eva hayatındaki bu karmaşaya, kaosa ve bu hastalığa…

Brest-Litovsk antlaşması imzalananı 5 yıl olmuştu. Ula’ya bahar gelmiş, Sakar Geçidinden bakınca Gökova Körfezi denizden esiyordu efil efil, köpük köpük. Mavi ve beyaz.
Memleket kurtulmuştu artık, sancaklar düşmemiş, gönderdeydi kırmızı ve beyaz. Vuslat usul üzere idi. Birkaç saat önce gelen habercinin çok kıymetli haberi için ona Rus işi Uşanka hediye etmişti Eva. İki katlı taş evin ahşap trabzanlarından tutunarak indi. Çalan ahşap bahçe kapısına yöneldi. Talat Paşa onlarca atlı ile kapının hemen önündeydi. Doru atından henüz inmiş, altın rengi sırmaları ve altın kabzalı kılıcı ile parıldayan güneşe ve ailesine selam duruyordu adeta. Büyük, güneşte bekledikçe kızıl renk alan ahşap bahçe kapısının içindeki küçük kapıyı açtı.
Deniz kokuyordu. Baharın müjdecisi çiçeklerin bal kokusu eşliğinde. Talat Paşa kapıdaki yüksek eşikten adımını attı. Siyah deri çizmeleri gıcırdıyordu sessizlikte. Vuslat böyle olmalıydı olunca yıllar sonra. Kapı kapandı ve ardından askerlerin atlarının nal sesleri ve kişnemeleri duyuldu. Deniz kokuyordu Talat hala. Ayrı geçen onca yıldan sonra. Denize hüküm süren Moğla’nın, başını uzatsan Gökova körfezini göreceğin Ula’sında…

Evet, eksik yaşamıştı. Hatırlamıyordu belki hayatının bir kısmını, belki de fazlasını. Ama Talat’ın varlığıyla çoğalmıştı Eva. Kat be kat fazlasını yaşamıştı kadim Karya’da. Kalanı meçhul, kalanı bilinmese de olurdu nasıl olsa.

Sorduklarında “Her bir anı rüya gibiydi” demişti Eva, Talat’tan yıllar sonra.

Eva, 1980 yılının Eylül ayının 23’ünde, bir sonbahar ekinoksunda Muğla’nın Ula ilçesine bağlı Akyaka beldesinde, aynı taş evin bir penceresi çam ormanlarına, diğeri Gökova Körfezi’ne bakan odasında vefat etti.
Her ikisinin vefatı sırasında çok sevdikleri çocukları ve torunları yanlarındaydı.

Eva’nın ve Talat Paşa’nın torunları Gökova Körfezinde tekne kaptanlığı yapan kalabalık, bir çoğu mavi gözlü büyük mutlu bir ailedir.

Kah Azmak’ta
Kah Lacivert koyda
Kah Sedir’in beyaz kumlarında
Bir Eva vardır bakınca teknelere
Bakınca gözlerine kaptanların
Bir de Talat Paşa
Kamarotların
Tayfaların…

– SON –

Bu içeriğin etiketleri
, , ,
Yazar Hakkında: Serkan Erkoç

Düşe Yazılan

Alkışlar eşliğinde kalın ve bordo perdeler kapanıyor, salondakiler henüz sona eren oyunu...
Devamını Oku

1 Comment

  • Sürükleyici, ahenk içinde etkileyici bir dille anlatılmış güzel bir öykü.
    Okurken keyf alınıp hayal kurulabiliniyorsa bir hikayede tebrik ve teşekkür etmekten başka bir şey kalmıyor, okuyucudan yazarına..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir