Çalıştığı işten koşa koşa evine gelir, kalabalık ailesine selam verir, yemeğini yer ve esas günün bu anı için yaşadığını düşünüp pencerenin önünde kenarları yaramaz kedinin tırnaklarıyla tel tel olmuş tekli koltuğa elinde kitap, arasında bir kalemle gömülürdü. Koltuğun yanında adını bilmediği yeşil yaprağı bol bir ev bitkisi vardı, kitapta en sevdiği sayfalar arasına dalından daha güzel duracağına inandığı yapraklardan birini koparıp, özenle yerleştirirdi kurusunlar diye. Saatlerce okurdu. Evdekiler bir şeyler sorar, cevap verir, meyveler kuruyemişler yenir, dizi izleyenler, müzik dinleyenler kısacası önünde bir dünya akardı ve o sadece kitaba odaklanırdı.
Onun için okumanın bir sınırı yoktu. Okudukça dünyayla arasına sınır çekerdi. Duymaz, tatmaz, hissetmez etrafındaki olanları. Okurken kimse de onun kaybolup gittiği yeri bilmezdi. Yazar alır onu koltuğundan dolaştırır, gezdirir şuraya mı buraya mı gideceğiz diye düşündürür ve en çetrefillisine götürürdü. Belki mimiklerinden anlarlar, belki aldığı nefesin hızından şüphelenirlerdi ama bütün bunlar şüpheden öteye gitmezdi. Kimse de o okuyup kalktıktan sonra hangi cümlenin altını çizdiğini veya ne not aldığını merak edip kitabını karıştırmayı akıl edemezdi. Öyle kitapla bir olurdu ki bir keresinde “okuduğum ama gitmediğim bir yeri gidince yıllardır geliyor gibi tanımıştım” demişti. Gece yarılarına kadar okur, başkaları televizyon ve telefon elinde uyuklarken, o kelimelerin içinde sızardı. Sabah da işine gider yine akşamın heyecanı ile çalışırdı.
Kim yaşıyor hayatı, sınır çekip içinde kalan mı, sınırın dışında kalanlar mı? Yoksa sınırı olmayan gerçek ve hayal dünyasını harmanlayıp yaşayabilenler mı? Gerçek sınır insanın kendini tanıması, kendi içindeki sınırı bilmesidir. Aynaya bakınca yüzümüzdeki sınırlar arttıkça içimizdeki sınırlar gevşemeli…
Bir şarkıda der ki Sezen; “yeter ki onursuz olmasın aşk” (gerçi daha olgun bir zamanında bu söz için dillerim kopaydı da) demişti, bence sınırsız olmalı aşk, artık neye aşıksan…