Şikâyet, şikâyet, şikâyet. Önce ara sıra sonra her fırsatta, en sonunda hiç durmaksızın şikâyet.
Masum duygularla ve neye yol açacağını bilmeden dilimize dolanmasına göz yumuyoruz, o da bir sarmaşık gibi dilimizden yavaş yavaş zihnimize ve kalbimize yürüyor. Zaten söylenen hiçbir söz havada asılı kalmaz, söyleyeni esir alır.
Bizi esir almakla yetinmiyor. Dilimizden başkalarının kulaklarına ve onların dillerine usul usul yayılıyor. Güzel bir söz olsa, o da öyle yapar. Zaten söz dinleyene -az veya çok- illaki tesir eder.
Kulaklarda ve dillerde durmadığı gibi, kalplerde de durmuyor. Öylesine yayılıyor ki, toplumsal bir alışkanlık, hatta bir kültür haline geliyor. Konuşmaların besmelesi, sohbetlerin en tatlı konusu, misafirliklerin en özel ikramı oluyor.
“Oxford vardı da biz mi okumadık” özdeyişiyle dile gelen zihniyet, şikâyeti gerekçelendirmekte ve meşrulaştırmakta hiç zorlanmaz. Ve o gerekçeler öyle güçlüdür ki, asıl karşı çıkmaya çalışanlar zorlanır. Şikâyete direnmeye kalkışanlar, anlayışsız olmakla veya yokluk nedir bilmemekle itham edilir. O durumda şikâyet, sunulan bir ikram olmaktan çıkar, kabul edilmediği için kafaya çalınan bir sopaya dönüşür.
Şikâyetin onu kabul etmeyenin kafasını kıracak kadar güçlü olmasının nedeni nedir diye çok düşündüm ve merhamet olduğu sonucuna vardım. Daha doğrusu merhamet, şikâyeti veya şikayetçiyi güçlü kılmıyor, ama şikâyetin karşısında durmaya çalışanı zayıflatıyor. Çünkü şikâyet eden her zaman haklı ve mağdur, şikâyeti kabul etmeyense merhametsiz bir zalim gibi algılanıyor. Bu nedenle, dinlediğimiz şikayetlere zalimce(!) karşı çıkmaktansa, onları kabul ediyormuşçasına başımızla ve gözlerimizle yaptığımız tasdik hareketleriyle veya en azından dinlemekten hoşnutmuşuzcasına dudaklarımıza iliştirdiğimiz bir tebessümle karşılıyoruz.
İtiraf edeyim ki, şikâyet kültürüne karşı çıkış niyetiyle başladığım bu yazıyı yazarken beynimin içinde dolaşan ve sureti olmayan ağızlar beni susturmaya çalıştılar. Şikâyet eden masumların mağduriyetlerini anlayamamakla, zulme çanak tutmakla, hatta mağduriyetin müsebbibi olanlarla iş birliği içinde olmakla suçlandım. Yazdığım için utandırıldığım ve bu nedenle geri sildiğim çok sayıda cümlem oldu. Silerken o cümleleri, mağdurların yanında yer almaktan dolayı o ağızlarca takdir edildim, silmediklerim içinse tahkir. Bir şekilde direndim de yazıyı bitirmeye azmettim.
Bugünden sıyrılıp geçmişi ve geleceği, bulunduğum yerden ve içinde bulunduğum topluluktan sıyrılıp dünyayı ve insanlığı düşündüğümde, göründüğünün aksine şikayetlerin yokluktan veya yoksulluktan değil, özünde “yoksunluktan” olduğunu gördüm.
Yer yer paranın, pulun, refahın, özgürlüğün, medeniyetin, adaletin, nezaketin, elektriğin, suyun, şunun, bunun kıtlığı yok değil, var. Ancak gel gör ki şikâyet edenlerin büyük bir kısmı bu anlamda yokluk ve yoksulluktan çekenler değil, yoksunluk çekenler. Yoksun olduklarından bihaber, yokluk çektiklerini zannedenler.
Yokluk, yoksulluk geçer, fakat yoksunluk gelip geçici bir durumdan ziyade içinden çıkılması zor bir hal. En önemli belirtisiyse hayata bitmez tükenmez kin, nefret, haset ve öfkeyle bakmak. Çevrelerine, hele ki kendi gibi olmayanlara o gözle bakanlar, hep yokluk görürler. Uçsuz bucaksız bir yokluk; bir nevi çöldür gördükleri. Gösterdiklerinize de inanmazlar, serap der geçerler.
Şikâyeti olanlara merhamet etmek gerek. Sürekli şikâyet edenlerin şikayetlerinin asıl nedeninin dillerindeki yokluktan ziyade yoksunluk olduğunu bilmekse merhametimizi daha da katlamalı. Şikâyet ettikleri konuları inkâr etmek onların yoksunluklarını artıracağı için çare vermez. Bilakis onlara karşı merhametimizi daha da fazla belli etmemizin asıl sıkıntılarının mağduriyetten ziyade mahrumiyet olduğunu anlamalarına faydası olacağına ilişkin ümidim var.
Şikâyet edene merhamet ederken şikâyet kültürüne, daha doğrusu sürekli şikâyet etmenin fert fert yayılarak bir sarmaşık gibi toplumu sıkıca sarmasına ise azimle direnmek gerek. Zira o sarmaşık, sardığı insanları ve böylece bütün toplumu çaresiz ve hareketsiz kılıyor. Başkalarının dilinden kulaklarımıza, oradan da bizim dilimize musallat olan şikayetler, mağdur olmasak da kendimizi mağdur sanmamıza, sonunda zihnimizi ve kalbimizi sarıp mahrumiyet çekenler arasına dahil olmamıza neden oluyor. Buna kendi çapımızda karşı koymanın yolu, o sarmaşığı kulaklarımızdan girdikten sonra fark etmek, dilimizi, zihnimizi ve kalbimizi sarmadan önce kesip atmak ve asla yaymamaktır.
Şikayet etmeden önce ne kadar şükür edecek şeyimiz var önce onları düşünmeliyiz eğer onun farkına varabilirsek dünya şikayet edilecek bir yerden ziyade şükür edilecek bir yer olur.