Uzak, dingin bir rüyadan uyanırcasına, huzur dolu bir mevsim. Mevsim adının soluk kaldığı nefis bir bahar. Bahara uzak, kışa yakın ruhum.
Öylece söylenemeden kalmış sözler gibi masum gözüktü akşam. Kendime küskünlüğümün zuhur etiği niyetlere saklandı sefa. Ve bu defa, ilk defa benimmiş hükmünü kazandı şehir. Her köşe aşında bir hikâye. Her durakta önümü kesen laf kırıntıları. Bana arayıp da bulamadıklarımı, bulup da ansızın yitirdiklerimi anımsatan sesler. Sonra suretler. Kendi yalnızlığından ürkmüş.
Gözlerinden kaybolan binlerce insanın aktığı bir şehirdi burası. Biraz da bu yüzdendi çekingenliği. Yalnızlığı. Saklanması.Ve hep de suçu kendinde bulduğundan, benimdi. Ben hep bana benzeyen yanlarıyla sevmiştim bu şehri. Her şeyin ruhu olduğuna, onun ruhunda kendimi buluşumla inanmıştım. Onun karanlığına, kendime en çok benzeyen yanına saklanmıştım. Bir şehre daha ne kadar ehemmiyet yüklenebilirdi ki? Ve mevsim, bu şehir için daha nelerinden vazgeçebilirdi?