Bir Sır

Yazar Hakkında: Gökhan GENÇ

Yum Gözlerini Dalganda

“Yaş aldıkça kirleniyor yüzün ve kaplıyor her yanını sarkık bir hüzün. Bedenin,...
Devamını Oku

İlk uyarı zilini her zamanki gibi on dakika erteleyip, İkincisi çalar çalmaz doğrulmuştu. O on dakikayı geceden ya da sabahtan çaldığını düşünürdü, halbuki her yatışın kendinden çalmak olduğunu bilecek kadar yaşamıştı. Yattığı odada perde hiç gün ışığı almayacak şekilde paketliydi sanki. Kıyafet dolabından bir kapak düşeli yıllar olmuştu, ne takmaya ne de odadan çıkarmaya vakit ayırmıştı. Oysaki dakik ve düzenli oluşu kendinde sevdiği nadir özelliklerdendi. Her sabah olduğu gibi yalandan elini yüzünü yıkadı, aynadan saçına bakmadı bile, öz bakımını yaptığını hissettiği tek an ise diş fırçalamaktı ondan da geri kalmazdı. Kahvaltı yapmazdı, sadece hafta sonları birkaç siyah zeytin, biraz tuzlu peynir o kadar…

Son on beş yıldır yaptığı her şey birbirinin kopyası gibiydi. İşin garibi bu durumdan da çok memnundu. Kimseyi hayatına katmayı istemezdi, konfor alanının daralmasına tahammülü yoktu.

Evden çıkıp yokuş aşağı indi, sağa sola bakındı, işe gitmek için durakta her zamanki otobüsünü bekledi, otobüs karşısında durduğunda kafasını bile kaldırmadan önündeki adamın sırtına bakarak bindi. Şoför aynı, yolcular aynı, müzik de aynıydı, dünya bile onun istediği gibi aynı ve tekdüze dönüyordu. Sol cam kenarına oturup hep aynı yöne bakardı, görmeyi sevdiği bir ağacı vardı, bir de yanından geçerken teneffüste koşuşan çocukların olduğu okul. Üçüncü ışıkta çalmaya başlayan şarkıyı sevmese de ezbere bilirdi. Bir kere bile alışkanlıklarını bozup bu izlemeyi sevdiği manzaraları otobüsten inip görmek istememişti, hep kirli otobüs penceresinin arkasından bakardı. Sanırım esas olanı bozmak istemezdi ya da sadece öyle hatırlamayı yeğlerdi.

Herkesin büyüyerek kaçtığına inandığı ve zamanla birkaç kişi kaldıkları haftalık bir gazetede çalışıyor, okuyanlarına yazarak bir sır verdiğini zannediyordu, oysaki verdiği minik bir ısırık bile değildi. Kıymetinin öldükten sonra anlaşılacağına inanan, kendini yazar olarak da pek nitelendirmeyen, sadece ekmeğine bakan bir insandı. Keza çoğu zaman ne iş verseler onu yapardı.

O gün otobüs çok kalabalıktı, kapının önü de inilemeyecek kadar yoğundu. İnmesi gereken yerde telaşla bir kadına çarpmıştı daha sonra rahatsız ettiğini düşünüp ondan özür dilerken birden otobüs hareket etti ve inemedi. Kadın gülümseyerek önemli olmadığını dile getirdi ama esas önemli olan onun inememiş olmasıydı. Daha önce bunu hiç yaşamamıştı kafası karıştı, afalladı düğmeye bastı, şoföre seslendi, kadın ise daha çok gülümsedi. Otobüs devam ediyordu, kadın biraz suçluluk duyup sakinleştirmek istedi ama boşunaydı, keyfi kaçık şekilde diğer durakta inerken ilk kez gözü arkada kalmış, otobüsü izliyordu. Daha önce bu otobüsün arkasından hiç bakmadığını düşündü. Aslında niçin bakakaldığını uzun bir yürüyüşte anlamıştı. İş yerine kadar, hatta akşama kadar sadece kadını düşündü.

Bir gün sonra hayatında garip farklılıklar olduğunu hissederek, ilk uyarı zilinde, yarım yamalak uykunun sonunda uyandı. Duş aldı, saçını taradı kahvaltıdan sonra da dişlerini fırçaladı. Yokuşu koşarak indi, otobüsü geldiğinde önce arkasından bakıp gülümsedi. İlk defa sağ tarafta bir koltuğa oturup sevmese de ezbere bildiği otobüs şarkısını, çalmamasına rağmen mırıldanmaya başladı. Otobüse her binene baktı, aradığı yoktu, durak durak kapıları gözledi. Ne ağacı, ne okulu görmek istedi. İneceği yeri geçip son durağa geldiğinde yıllardır tanıdığı şoförün sesini ilk kez duyarak inmesi gerektiğini anladı. Yorgun bir yürüyüş sonunda iş yerine vardı, arka duvarda asılı duran bir sözün önünde dakikalarca durdu. Shakespeare bu sözde “üç saat erken, bir dakika geçten daha iyidir” diye kime söyledi bilinmez ama arkadaşlarının uyarısıyla masasına oturdu.

Sonraki günler birbirinin kopyası gibiydi ama bu yeni kopyanın en azından bir amacı vardı. Günler sonra hiç beklenmedik bir anda otobüs ilerlerken kadını yürürken görmüş, küçük bir çığlık atıp otobüsü durdurmuş ve kadının peşine düşmüştü. Önünü kesip, karşısında durduğunda en son bıraktığı an gibi önce telaşla özür diledi ve adam günlerdir yaşadığı her detayı anlatmaya başladı, sanki hep bu ana hazırlanmış, bir sunum yapar gibiydi. Kadın ise sadece bölmeden gülümsedi. Adam heyecanla her şeyi detaylıca anlatmıştı; perdesini nasıl değiştirdiğini, dolabını nasıl tamir ettiğini, kahvaltı etmeye başladığını… Kadın dinledi, dinledi ve bir şeyler söylemesi için beklenildiğini düşünüp adamın hiç duymak istemeyeceği kelimeler dökülmüştü titreyen dudaklarından: “Oğlumu, ilerdeki güzel ağacın bu tarafındaki okuldan almak için yürüyordum ve geç kalmak üzereyim, üzgünüm.” Adam kadının gitmek zorunda olduğunu anlamış, gülümsemiş ve eliyle yolu göstermişti. Kadın, uzaklaştıktan sonra dönüp baktığında adamı yere oturmuş kendini izlerken görmüştü, belkide adam izlemeyi sevdiği ağaca veya okula pencere ardında olmadan bakıyordu kim bilir?

Küçük bir anın kaçırıldığını hissedip günlerce o ana odaklanmak veya peşine düşmek, yaşamımızı olumlu-olumsuz etkileyebilir. Bunu görebilmek de başlamaktır, bunu da fark etmek gerekir. Hayat biriktirmektir ya da büyük birikintileri seyrekleştirmek.

“Bir an gelecek (tabi bir tek an olmayacak) bileceğiz (ama bilmek var olmaktan farklı olamayacak artık) ki biz bütün karşılaştıklarımızın bir parçasıyız ve bütün karşılaştıklarımız zaten bizim bir parçamızmış.” Jeanette Winterson

Yazar Hakkında: Gökhan GENÇ

Yum Gözlerini Dalganda

“Yaş aldıkça kirleniyor yüzün ve kaplıyor her yanını sarkık bir hüzün. Bedenin,...
Devamını Oku

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir