Boş Sandalye

Yazar Hakkında: Esra Özger BOZLAĞAN

Arayış

Ne bir tohumum bitecek toprakta, Ne de olgun bir meyveyim yenecek. Soğuk...
Devamını Oku

-Rahmetli dedem Alaaddin Uzun’un aziz hatırasına…-

Yürüyorsun. Tık tık tık… Ayak seslerin vurgulu, ağır, sahiplenici. Zaman durgun ve hırpalanmış. Sonra sen… Adımlarınla bir ömrü sürüklediğini, sürüklendiğini görmezden gelerek yılların verdiği boş vermişlikle yürüyorsun. Yaşlı gövdenin ağırlığını taşlara vererek ve duvarlara inadına güvenerek arşınlıyorsun koca bahçeyi. Her adımda daha zorlukla ancak daha yüreklice tutunuyorsun hayata belli ki. Kafa tutmayı mı seviyorsun? İnadına yaşamayı mı? Hala güçlü durmayı mı? Hepsini de kendine yakıştırıyorsun. Velakin o arsız uçarı kalbin yok mu? Direnemiyor işte. Nefesin de yetmiyor; yoruluyorsun. Asmanın altında, sallanan üzümlerin arasında seni bekleyen sandalyeye ulaşınca çöküveriyorsun. İncinmeden incitmeden oturuyorsun. Paslı demirin gıcırtısı bahçeye dolarken sen içindeki sıkıntıyı sağaltarak sığınıyorsun boşluğa. Gözlerinde gri bulutlar. Yüreciğinde bitmeyen pıtırtılar. Bir yabancı gibi bakıyorsun kaç yıllık manzarana. Ağaçlara , kuşlara. Evin arkasını boydan boya kaplayan bahçeye,ellerinle diktiğin fidanlara,intizamla oyulmuş arklara. Sonra duvardan şımarıkça dökülen sıvaya. Takılması kim bilir ne zamandır lazım gelen su borularına. Sanki her şey senden kopuk birer uzantı ,sanki her ayrıntı buraya sonradan acemice iliştirilmiş gibi. Öylece hissiz bakıyorsun. Yalnız dut ağaçları başka. Onları fark edince değişiyor yüzünün şekli . Çizgilerin seyreliyor. Çukura kaçmış gözlerinde parıltılarla işaret ediyorsun. Bahçenin dört bir yanına dağılan biz hemen anlıyoruz ne demek istediğini. Konuşmadan anlaşacak kadar çok seviyoruz birbirimizi. Koşuyoruz. Onlarcamız. Çocuk heveslerimizle ellerimizde kaplar kacaklar,koşuyoruz. Birbiri ardına bir sarmaşık gibi sarılıyoruz kadim dut ağacına. Tepeye ,en tepeye doğru bir yarışa duruyoruz. En iri ,en tatlı kara dut bizim olmalı. Olmalı ki sekerek, gururla sana getirelim şifa niyetine. Hani şu geçmeyen ağız yaralarına iyi gelsin diye. Sevinesin diye. Tırmandıkça tırmanıyoruz. Bir gözümüz sende. Gülümsemeni izlemek uzaktan da olsa hoşumuza gidiyor. Gülmek sana ne denli yakışıyor. Arada kendimiz de nasiplenerek topluyoruz tüm kara dutları. Ağzına layık! Arada neşeli şarkılar mırıldanmayı ,bilmeceler sormayı da ihmal etmiyoruz hani!
“Mavi Atlas
İğne batmaz
Makas kesmez
Terzi biçmez”
Neydi cevabı? Bilemiyoruz.Bilse bilse dedemiz bilir! Sana dönüyoruz. Öyle eminiz ki kendimizden,senden,gülümseyişinden… Varlığından öyle eminiz ki… Fakat bu kez! Ayaklanmışsın gidiyorsun. Nereye? Daha topladıklarımızı bile tatmadan , veda bile etmeden nereye? Şaşırıyoruz. İnanmak zor. Yeniden bakıyoruz gidişine. Sonra birbirimize. Sonra yine gidişine. Geride bıraktığın yorgun gölgene, asmanın altında yalnız kalan sandalyene, yalandan ısıtan güneşe, bilmecenin cevabi olan gökyüzüne. Bakıyoruz işte ;sessiz. Dallara tutunan ellerimiz hissizleşiyor. Ayaklarımız kayıyor. Düşüyoruz. Hep birlikte. Çığlıklarımız içimizde patlıyor bir bir ,isyanımız kendimize. Ağlayamıyoruz bile.
Sen gidiyorsun.
Yer çatırdıyor ,gök çatırdıyor. Dallar ,duvarlar ,suretler çatırdıyor. Bunca feryadın içinde tıpkı seninkine benzeyen hasta kalplerimiz çatırdıyor. Ağzına kadar dolu kaplarımız devriliyor. Bin bir emek topladığımız dutlar yerle yeksan. Sen gidiyorsun ya, her şifa derde dökülüyor. Düşüyoruz.
Sen gidiyorsun.
Gidişin tekrarlayıp duran bir yanılgıya dönüşüyor. Hiçbir gerçeklik inanılmış bir yanılgıyla boy ölçüşemez. Bütün kapıların arkası boş artık. Parmaklarımızın ucuna basarak akıyoruz ırmaktan. Akisler içinde evrilerek körleşiyor ,sağırlaşıyoruz. Kapatarak kendimizi içimize, bambaşka birilerine dönüşüyoruz.
Sen gidiyorsun.
Uzaklardan sesin geliyor sanki. Biliyoruz yalancı bir uğultu. Basamaklarda adımların takırtılı tukurtulu. Öksürük sesin her zamanki gibi kaygı veriyor. İlacını aldın mı diye soran yekpare sesimiz bölünüyor boşlukta. Uzandığın sedir boş ve amaçsız artık. Çukurunu bıraktığın yastığın başına hasret. Yorganın ısıtmıyor kimseleri. Tüm malzemelerin sahipsiz.Ebedi bir istirahatta gibi tüm eşyalar. Eksik ,kimsesiz bir yokluğu irdeliyor cisimlerimiz. Hiç bir şey tutmuyor yerini. Şiirler bile … Çoğalan bir iştiyakla çıkmıyor dudaklarımızdan. Oraya buraya çekiştirdiğimiz cümlelerimiz anlamını yitirmiş. Kuruyor boşluğa dökülen zamanlarımız. Bir rüzgar esiyor. Tuzu kuru bir yel. Sen gitmemişsin gibi savuruyor serinliğini. Huzura benzeyen huzursuzluğa benzeyen bir koku dağılıyor. Bir çelişki bu. Olsa olsa bir çelişki. Gerçekle hayal arası,inanmakla inanmamak, ağlamakla aldırmamak arası bir gel git. Veyahut bir kopma inceldiği yerden. İnceldiği daldan bir düşme.
Öyle ya! Biz düşüyoruz sen gidiyorsun. İlerde küçük bir noktaya sığışıyor uzun hayalin. Kabulleniyoruz. Varlığın mukaddes bir emanete dönüşüyor, yokluğun muğlak bir haykırışa. Merhametle öptüğümüz mavi damarlı ellerin toprakta eriyor, göz çukurlarına melekler doluyor. Seccadende birer çiçek gibi topladığın duaların kollarından tutup seni göğe çıkarıyor. Her şey nihayete eriyor. Çocuk çığlıklarımız susuyor, o ev ,o bahçe susuyor, eriyor, dağılıyor. Yalnız sandalyen. O boş ,demir bacaklı sandalye, kalıyor yerinde. Öksüz ,yetim bir çocuk gibi içine içine ağlıyor.

(fotoğraf  Şeyma Ceylan Solmaz,Yeşilhisar,Kayseri)

Yazar Hakkında: Esra Özger BOZLAĞAN

Arayış

Ne bir tohumum bitecek toprakta, Ne de olgun bir meyveyim yenecek. Soğuk...
Devamını Oku

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir