Her uzak; çıkmaz bir sokak…
Dinlenen eski bir şarkının iniltisi yahut okunan derin bir şiir… Ya da gece karanlığında perdenin ardı sıra uzanan ışıklar… Hep uzakları anımsatmaz mı? İçli bir anın gölgelediği gözlerimizde, vedaların selamı dolaşmaz mı? En çok kendimize dost saydığımız aynaların işaretlediği çizgilerde, ayrılıkların adı anılmaz mı?
Kendi derdiyle muzdarip her insan silueti, gözlerini diker uzaklara…
Bir şeylerden umut edercesine yâda tamamen vazgeçmişçesine…
Uzaklar kendi içinde kanayan bir yara …
Vaktiyle söylenmiş tüm veda sözlerinden intikam alırcasına ya da hala medet umarcasına çevrilen her baş, söner kendi karanlığında…
Uzaklar isyana kurulan sofra…
Yine de ve her şeye rağmen kendinden yüz bulan affedici bir eda…
Uzaklar kendi içimizden bir parça…
Belki de bu yüzden
En çok kendimizi hatırlatan…
En çok kendimize benzeyen…
Eski bir çocukluk hissiyatı…
Uzaklar; efsunlu bir zaman…
Ve uzaklar
Yakan yaralayan bir tufan…