Öyle kaptırmış gidiyoruz ki kendimizi modern çağ rutinlerine günün, saatlerin, dakikaların göz açıp kapayana kadar geçtiği telaşlı, stresli, koşturmacalı günler biriktiriyoruz ömrümüzün sayfalarına. Sükunetin, huzurun, kendimizle hemhal olmanın keyfini bir tadabilsek , yavaşlamanın tadını bir damağımızda hissedebilsek yaşamın gerçek lezzetini alıp hiç bırakmayacağız sofralarımızdan.
Sabah alarmın tiz sesi ile uyanıp gözümüz yarı açık yarı kapalı eh birazda öfkeli atıyoruz kendimizi lavaboya ve aynaya bakmadan yüzümüzü alelacele yıkayıp ayaküstü bir lokma ekmek ezkaza ya yiyoruz ya yemeden çıkıyoruz evden . Dönüşümüz daha bir kasvetli oluyor. Tüm günün iş yorgunluğu, insanlarla bazen insancıl olmayan muhatap olmalar, trafik stresi, market telaşı ile sabah aldığımız nefesi geri vermeden giriyoruz eve. Yüzümüzdeki ifade sabah uyandığımızdan hallice. Günün kazananı olmak için koşturan yarışçılar gibi veyahut puan kazanmak için hoplaya zıplaya engelleri aşan bir bilgisayar oyunu karakteri gibi bitiriyoruz günü.
Şimdi size bunun aksini söylediğimde önce beni tabiri caizse polyannacılık oynamakla eleştireceksiniz ve pek de mümkün olmayan bir şeymiş gibi gelecek sözlerim lakin etraflıca düşününce belki de “denemeye değer” diyeceksiniz. Ve inanın denemeye değer.
Her yeni güne bir davet nazarı ile bakalım hadi. Yaradan’ın bize bahşettiği belki kırk belki atmış yıllık hayatımızın çok kıymetli bir gününü yaşama daveti. Latinler buna “Günü yakala” diyor. Günü avuçların al ve bırakma. Tasavvuf ta “İbn ül vakt” denilen şey yani vaktin evladı olmak. Kıymetli Kemal SAYAR şöyle diyor “ Hayat uzun bir şimdiden ibaret. Şu konuşmayı yaptığımız anda dahi kelimeler geçmişte kalıyor. Hayat çok hızlı bir şekilde akıp gidiyor; dolayısıyla mevsimlerin, insanların, kelamın, bir sohbetin letafetini , torunumuzun gülüşündeki letafeti, evladımızın yüzündeki neşeli bir kıvrımı kaçırmamak lazım.” İşte bunun için daveti kaçırmadan nasıl bir gün geçirebiliriz diye düşünmeli.
Alarm sesine bırakmadan alışkanlık haline getirip kalkmayı denesek sabah seherinde. Uyku insanın tabiatı için çok mühim evet ama onu da kendi lehimize kullanmayı uykunun esiri olmak değil de uykuyu bir araç haline getirmek demek istediğim. Dostluk üzerine isimli kıymetli eserinde “uykuya sırt çevirmek lazım” diyor Fethi Gemuhluoğlu . Uykuya düşman mı olalım, hayır uykuya dost olmayalım diyor en azından. Evet zaman alabilir ama imkansız değil emin olun. Kendiliğimizden açtığımızda gözlerimizi niyetle ve şükürle başlayalım mı güne? Güneşin doğuşunda müthiş bir enerji saklı onu kaçırmayıp atalım cebimize tüm gün lazım olacak bize. Ne diliyorsak o günden nasıl geçmesini istiyorsak isteyelim gönlümüzce, hayır dileyelim, güzellik, esenlik, bol gülümsemeli bir gün… Niyet ve dilemek çok kalbi ve uhrevi bir şey. İnsan gerçekten yüreği ile niyetlendiğinde sonuca mutlak ulaşıyor. Şükür apayrı bir huzur. İnsan elindekileri bazen rutinde görmeyebiliyor kıymetini unutabiliyor. O sabah aklımıza gelen sahip olduğumuz her şeye sırasıyla şükredelim maddi manevi her şeye. Misal; aldığımız nefes, gördüğümüz gökyüzü, evimizde ki çocuk nefesleri, duyabildiğimiz tüm sesler, mutfakta bizi bekleyen çeşit çeşit yiyecekler, dolaptaki renk renk kıyafetler, en önemlisi güne huzur ile başlamaya şükredelim tüm kalbimizle. Kalkar kalkmaz açalım penceremizi hava güneşli ise de bulutlu ise de bir derin nefes çekelim içimize daveti tüm kalbimizle kabul edelim. Bir mucize olarak görüp bakalım güneşin doğuşuna . Güneş yoksa da sabaha ulaşmanın , bulutları görmenin şükrü olsun dilimizde. Sonra bir bardak çay ya da kahve alıp oturalım en sevdiğimiz köşeye, telaşsız aheste bir on dakika yetecek belki bir parçacık hayal yüklemeye zihnimize. Nerede olmak istiyorsak orada olalım o süre içerisinde. Belki bir akşamüstü hafif esintili bir havada ıhlamur ağaçları ile dolu bir göl kenarında yürüyorsundur. Yüzüne değen ılık rüzgar arada bir yapraklardan düşüp sürüklenen bir yağmur tanesi ile ıslatınca kirpiklerini “yaşıyorum” dersin en taze hislerle. Ya da en sevdiklerin , sevip özleyip yanında olamadıkların, kıymet verip söyleyemediklerin, kırgınlıklarla uzak kaldığın ve burnunu sızlatan bir özlem duydukların hepsi ile büyük bir masadasındır, hepsinin yüzüne bakıp o göz yaşartan mutluluk duygusunu tadıyorsundur. Hayal kurmak çocuk yanımız ve hayal kurmak en özgür tarafımız. Bunu her gün yapmalı insan ve o içindeki tatlı hissi saklamalı kalbinin bir köşesine. Ve şimdi başlıyoruz güne. Apartmanda her gün karşılaşıp selam vermediğin hanımefendi ya da beyefendiye gülümseme vakti . Ne kaybederiz bir arkayı dönüşten başka ama insan olmanın yüceliğini hissederiz gönlümüzde. Tam kapıdan çıktık yerde yine o yapraklar, basmadan önce görmeye ne dersin? Tazecik dalından düşmüş bir sanat eseri, al ve koy çantana birini bir kitap arasına ya da cüzdanına gülümseyerek sonra her gördüğünde o gülümseme yayılsın dudaklarına. “Ağaçlar iyi ki var” de düşünsene hiçbir ağacın olmadığı dünyayı. Arabaya bindin hay aksi kemer takmak bile zorlar mı insanı bırak surat asmayı daha nazik takmayı dene kim bilir o da sakin ol demek istiyordur sana. Radyoda radyocunun bahsettiği o vahim şeyleri duyma hadi aç pencereni ve değiştir kanalı daha önce hiç duymadığın bir ezgi yakala. Korna seslerine inat mırıldan şarkını romantik bir film sahnesinde gibi. Peki bu kez yol değiştirmeye ne dersin her zaman geçtiğin sokağın bir üstünü kullan, belki gösterecekleri vardır sana. İşte bak kenardaki vişne ağacının çiçekleri uçuşuyor camına doğru “hoş geldin” der gibi yahut kaldırımda şeker yiyen çocuk sana çocukluğunu hatırlatıp gülümsetmek istiyor seni. Pencere kenarındaki teyzeye takılırsa gözün elbet onun da bir anısı vardır sende içinde uyandırdığı hislerle birlikte el salla ve devam et yoluna. Durakta saatine bakarak bekleyen birini al mesela geç kalmışlığına merhem ol. Kısa bir yol arkadaşı olsun sana. Zor değil mi? Tanımadığın biri nasıl olur? Aslına bakarsan ben denedim güzel oluyor. Sınava yetişmeye çalışan bir lise öğrencisinin telaşına ortak olup gülümsemesine vesile oldum mesela o gözler hala aklımda. Hayat lanse edildiği kadar da kötü değil. İyi insanlar da var, hatta fazlasıyla ama ne yazık ki iyilik yapmaya bizi korkutan, özümüzdeki samimi hisleri öldürmek ve bizi soğuk ve buz gibi sözüm ona modern çağ insanı yapmak isteyen kötü kalpler var. Kulak asmayalım onlara iyilik var iyiler var ve hep olacak. Çölde devesi ile seyahat eden bedevinin hikayesini duydun mu? Yolculuk halinde iken karşısına biri çıkıyor ve bir bardak su istiyor sadece. Geri çevirmeyip iniyor devesinden, su küfesinin de indirip tam suyu dolduracakken biniyor diğer adam deveye ve üzerindekilerle birlikte başlıyor hızlıca kaçmaya. Bedevi peşinden koşuyor , bağırıyor, ağlıyor “ne olursun dur” diyor “sadece bir şey söyleyeceğim”. Adam bedevinin bunca çabasına dayanamayıp duruyor. “Ne var bu devede bu kadar seni koşturacak” deyince bedevi “benim mallarım ya da deveyi istediğim yoktur senden tek dileğim bu olayı kimseye anlatma” diyor. Şaşırıyor adam “deli misin sen şimdi ben mallarını alıp kaçıyorum sen rezil olacağım derdinde misin” diyor. “Hayır” diyor bedevi “korktuğum şu ki bunu duyan kimseler artık hiç kimseye iyilik yapmaz ve yolda yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmez”. İşte tam da bahsettiğim mevzu bu değil mi? O kadar dillenmiş ki kötülük; iyiliğin lezzetini tatmak çok düşündürücü ve güç. Biz yine de duymamış olalım bu bahsi ve inanalım iyiliğin gücüne. Sonra devam edelim güne hep aynı heyecanla. Ne iş yapıyorsak yapalım hakkını verelim. Her saniyesi dolu dolu geçsin ki akşam başımızı yastığa koyduğumuzda “oh be ne çalıştım bugün” diyebilelim ve onun içimize doldurduğu o vicdanı huzuru tadalım. “Çok ağır mı geliyor yaptığımız işler” daha zorunu yapanları düşünelim. Misal kömür ocağında zifiri karanlıkta gün ışığı görmeden çalışan insanları. Öğlen yemeğindeki ekmeğini, simsiyah elleri ve yüzü ile yiyen amca gelsin gözümüzün önüne. Gündüz yok hiç mesaisinde hayatı hep ışıksız ve karanlık. Geçen gün izlediğim bir belgesel kanalındaki amca gibi şükrediyor olsun o amca “karanlık ve is kokulu olsa da ekmeğimiz, şükürler olsun evimize evladımıza ekmek götürebiliyoruz daha ne olsun” desin ve bembeyaz gülsün gözleri karanlık yüzünün içinde. Eve dönüşümüz şölene gider gibi olsun. Kavuşmaya gider gibi heyecanlı ve ümitli. Günü tamamlamış olmanın verdiği rahatlık ile tüm vücut ve kafa yorgunluğuna inat gülümseyerek çalalım kapıyı. Ya da anahtarı öyle takalım yerine. Çünkü ev insanın en mahremi en özel sığınağı. Orayı cennet yapmak da bizim elimizde yaşanmaz kılmak da. Ev ahalisi ile günü paylaşmak aynı sofrada ne kıymetli değil mi değmez mi tüm yorgunluklara ya da yalnız isek bir fincan çay alıp en sevdiğimiz koltuğa oturmanın derin bir oh çekmenin tadı ne tatlıdır. Ve başımızı yastığa koyup davetteki misafirlik görevimizi en güzel şekilde bitirmenin o asude hali ile dalalım uykuya. Yarınki davetin heyecanı ile…