Yolcu

Yazar Hakkında: Yavuz Sezer OĞUZHAN

Belgisiz Mahkûm

Hiçbir yüze bakmadan gözleri sadece basacağı yerlerde yürüyen bir adamdı. Yalnızca tanıdık...
Devamını Oku

En büyük endişesi kendini bir yerlere, bir şeylere, birilerine ait hissetmekti. O yüzden midir yoksa ruhunun prangalarını boşlamak istediğinden midir bilinmez, otuzundan sonra bir evde kaldığı en uzun süre on dört aydı. Aslında duyduğu endişenin tek nedeni, pranga ve kelepçelere yakın olmaktı. Otuz yaşının ortaları, onun miladı olmuştu. Şimdi kırk dokuz yaşında ama miladını düşünürsek tam da gençliğinin zirvesindeydi.

Sabit bir adresi yoktu. İşi de yoktu. İş yapmayı, para kazanmayı gerektirecek bir mecburiyeti yoktu çünkü. Babasından kalan kiraya verilmiş dairelerden gelen paranın yanında yüklü nakit mirasını da bankaya vadeye yatırmıştı ve oradan da gelir elde etmekteydi. Babasını dokuz yaşında annesini de yirmi yaşında kaybetmişti. Otuz yaşına kadar da kendini eğitime adamış, iyi okullarda öğrenim görme olanağı bulmuştu. Annesi yoktu, babası yoktu, kardeşi olmamıştı, tek çocuktu, eğitimi vardı ve parası çoktu. Yani, ona düşen sadece yaşamaktan zevk almaktı. Onun da hakkını layıkıyla veriyordu.

Annesi ile yaşarken ve annesi öldükten sonraki eğitim yaşamında evlenip, düzenli bir şekilde ömür tüketmeyi düşünürken, okumuş olduğu kitapların ve çevredeki ilişkilerin etkisiyle yalnızlığın en iyi dostu olduğunu içine itiraf etmeye başlamıştı. Okuduğu felsefe kitapları böyle şeyleri doğrudan salık vermiyordu belki; ama bir şeyleri sorgulamak ve sorgulatmak için zihnini gıdıklıyordu.

Sabit bir evi yoktu. Hatta sabit bir şehri yoktu. Sahip olduğu tek şey çok geniş bir araçtı. Ve kafasına estiğinde dağlar aşıp, yollar eskitip şehir şehir gezmekteydi. Bir yere göç ederken yanına aldığı yan flüt ve üç beş kitaptı. Çokça kitap bitirmişti ama hiçbirini muhafaza etmiyordu. Mutlaka toplu yerlere gidip, çaktırmadan kitapları oraya bırakıyor ve kendince insanlığa hizmet ediyordu.  İhmal edeceğini ve kendine ayak uydurmayacağını düşündüğünden sevdiği köpeğini de azat edince kendini bir kuş kadar hafif hissetmişti. Ama o hafifliğin bedeli günlerce süren gözyaşlarıydı. İşte bundandır kendini bir şeylere, bir yerlere, birilerine ait hissetmemek istemesi. Uzun süreli sevgilisi olmamıştı, olamamıştı. Sevgililik, şayet yakın olmaksa böyle; ama kalbinin sızlaması ise yıllardır süren bir sevdanın pençesine düşmüştü. Sevmişti, çok sevmişti ama kadının bu sevdadan haberdar olmasını bırakın adamın kendisinden bile haberi yoktu. Bir zaman bir şehrin meydanındaki bir kahvecide kahvesini yudumlarken kahvecinin tam karşısındaki iş yerinden çıkan bu kadının her gün aynı saatte işten çıkacağını düşünerek ve ümit ederek o kahvecinin müdavimi olmuştu. Ve kadın her akşam, aynı saatte her gün büyüyen zarafetiyle iş yerinden çıkıyor ve o anlarda dünya, adam için olduğundan hızlı dönmeye başlıyordu. Bu hayran takipleri sonucunda kadının Çarşamba ve Perşembe günleri izinli olduğunu anlamış ve adam, bu tatil günlerini kadınla tanışıp vakit geçirmek değil kendini şehir dışına atmak için fırsat olarak görmüştü. Yirmi iki haftada sadece iki akşam gitmemişti kadının iş çıkışına. Kadın da Çarşamba ve Perşembe hariç sadece altı gün işe gelmemişti. Baktı ki, ruh telini iyice titretecek, bu sefer kadının bedenini, gözlerini bırakıp hayallerinde yaşatmaya başladı kadını. Kendini sıkıştırılmış, hapsedilmiş hissediyordu. Kadını görmek için günlerinin boşa harcandığını düşündü. Yapması gereken birçok şeyi sırf bu yalana yakın histen dolayı yapamadığını anlayınca eski yaşantısına döndü. Ama bir kadın hayal ederken onu düşünüyordu. Belki de bu zaman zarfının tek kazancı bu olmuştu.

Kiraladığı evleri bir otel gibi görüyor, sadece yatmak, rahatça duş almak ve müzik dinlemek için kullanıyordu. Kitap okumak, hiçbir şey yapmadan saatlerce kadife koltuğunda oturmak ancak ev ortamında olabilirdi. Otellerin soğuk varlığı, bu sıcak eylemleri karşılayamazdı. Kısa süreli şehir değiştirmelerde bazen otel bazen de araç, sığınma yeriydi. Çok geniş olan aracının arkasında yeterli ve gerekli ekipmanları hazır olurdu.

Sosyal yaşamı yok değildi. Arkadaşları da vardı fakat hepsiyle belirli bir düzeyde ve kendince olması gerektiği gibiydi. Devamlı şehir değiştirdiği için sürekli yüz yüze görüştüğü arkadaşları yoktu. Kalıcı görünen arkadaşlıkları ise telefon aracılığıyla zihninde ve kalbinde yer alıyordu. Kendini tabiatın kollarına bıraktığını sansa da tabiatın katili insanlarla iletişim kurmadan yaşanamayacağını da gayet iyi biliyordu. Bazen yalnızlığını çekemiyordu. Ağır geliyordu ona. O zamanlarda da -hemen sıkılıyor olmasına karşın- arkadaşlarına başvuruyordu. Biraz mecbur kalıyordu. Ve çok kısa sürede de pişman oluyordu.

Hastalanmaktan, ölmekten çok korkuyordu. Memnundu yaşamaktan. Hüzünlü bir yapısı yoktu ama kırılırdı bir şeylere. Mesela, bazen güneşin doğmasına bazen keyfini kaçıracak şiddetli rüzgara bezen de kavurucu sıcağın kendini bunaltmasına. Çünkü yapacakları şeyleri engelleyen ne varsa canı sıkılır, suratı asılırdı. Bu durumlarda da tabiata inat, müziği son sesine kadar açar avaz avaz şarkı söylerdi. Kendini rahatlatacağını düşünmediğinden yan flütünü çalmak kadar ince bir şey yapmaya başvurmazdı.

Yaşamaktan başka bir şey yapmak istemiyordu. O yüzden hiçbir maddeye, hiç kimseye ve hiçbir yere bağlanmak istemiyordu. Sınırları sevmiyordu. Belki yapayalnız ölecekti, belki cesedi aylar sonra bulunacaktı. Ama şunu gayet iyi biliyordu ki; cesedin bir hissi yoktu. Dilerse cesedi köpeklerce paramparça olsun, dilerse çürüyüp kemikten ibaret kalsın, yaşamak istiyordu. Heyecanıyla, mutluluğuyla, sevdalarıyla ruhunu doyurmak istiyordu.

Bu içeriğin etiketleri
, , , , ,
Yazar Hakkında: Yavuz Sezer OĞUZHAN

Belgisiz Mahkûm

Hiçbir yüze bakmadan gözleri sadece basacağı yerlerde yürüyen bir adamdı. Yalnızca tanıdık...
Devamını Oku

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir