Ruhunuza kadehler kaldırıyorum efendim, tanımam aslında ben sizi. Oysa siz iyi bilirsiniz beni. Pek sevmezsiniz, bilirim sanki kabahat benimmiş gibi. Huzurunuza davet edersiniz sağlığınıza, mutluluğunuza, tokluğunuza. Sonra da mızmız birer çocuk gibi ha bire hayıflanırsınız. Hiç yakışıyor mu size? Tamam tamam, sıkmayacağım çok fazla canınızı, belli ki zaten kim olduğumu tahmin edemeyeceksiniz. Anımsatayım kendimi, az durun, sabırsızlanmayın. Ben Afrika’da doğan güneşim, karnım yapışmış sırtıma biçimsiz bir bedenin yaşam ihtiyacıyım. Ben toklar sofrasında hep aç olanım, ağzımın kenarından süzülür iştahlarım. Ben özgürlükler ülkesinde adalete aç olanım. Hakkımı arayanım. Ben yer sofrasında bir demlik çayım, bir lokmayım. Kıta kanat edenim. Yokluğa alışanım. Evler arasında evsiz kalanım. Bir yuvaya aç olanım. Küçük bir bebeğin gözünden akan damlayım. Sevilmelere aç bırakılanım. Hala anımsamadınız mı? Adım açlık, bilirsiniz beni. Doyumsuz bedeninizde, doyumsuz ruhlarınızda gezerim. Bilirsiniz de bilmezlikten gelirsiniz efendim. Kötü olan ben değilim, ben sadece ihtiyacınız neyse onu verenim. Kim daha çok açsa elbet ona giderim. Oysa yetemedik efendim, doyuramadık iştahınızı. Kral sofralarınızda tıka basa yalayıp yuttunuz her şeyi. Yağ tutmuş bedenleriniz kapladı evreni. İştahınız kesilmedi. Hep daha fazlasına iştah kabarttınız. İştahınız açlıktan öldürdü zavallı çocukları, dönüp bakmadınız. Sevgiler verdik, yetmedi; hepsini kendinize sakladınız. Bir gram ötekine bahşetmediniz. Bir başı okşamadınız. Sevgilere aç bıraktınız. Yetmedi, tabağınızdaki öteki tabaklara göz diktiniz. Doymadı hırslarınız, kılıçtan geçirdiniz nicelerini. Topraklara sığamadınız. Açlığım ben, ruhunuzun sevgisiz kalmış ücra köşeleriyim. Açlığım ben, yalnızlığınızın karanlık kuyularıyım. Açlığım ben, bir türlü doyuramadığınız hazlarım. Açlık, bunca bolluğun arasında insanın en büyük zaaflarının ve doyumsuzluğunun yegâne sembolü gibi duruyor karşımızda. Geçmişten günümüze tükenmeyen hırsların, dünyayı ele geçirme tutkusunun, ülkelerarası savaşlarının, toprak kavgalarının altında tatminsiz insan ruhu yatıyor sanki. Bitmeyen iştahlar, yeme bozuklukları, obeziteden, alkol bağımlılığına, madde bağımlılığına kadar altında doyurulamamış psikolojik temeller var. Tüketmek üzerine inşa ettiğimiz dünyamızın açlığı her geçen gün kabarıp, her birimizi ne yazık ki yutacak. Kurduğumuz adalet sistemleri yetersiz ve etkisiz. Aslında sahibi değil, sadece aidiyet duyduğumuz bu dünyayı kocaman kaotik bir yaşama dönüştürmenin kaçınılmaz sonunu yaşıyor gibiyiz. Sevgiye, ilgiye ya da var olmaya ihtiyaç duymamız bizi yolumuzdan ha bire saptırıyor. Sevgiye açız da sevmeyi bilmiyoruz. Paylaşıma açız da paylaşmayı bilmiyoruz. Budizm gibi dinlerde insanın ruhen ve fiziken arınmasına yönelik ritüellerden zevki ve hatta iştaha yemeye karşı verilen o muazzam mücadelenin altında bu durdurulamaz insan açlığını terbiye etmek yatıyor. Ya da oruç buna bir örnek, nefsimize hâkim olmak konusunda başarısızız. İştahımız o kadar kabarmış durumda ki artık birkaç dakikalık hazların kölesiyiz. Çözümleri bilsek de niyetimiz o yönde değil. Peki, duracak mıyız? Durmayacağız, ta ki her şeyi tüketene kadar. Kendi yaşam alanını tüketen bir kanser hücresi gibi, biz de yaşadığımız evreni yaşanamayacak hale getirene kadar tüketip kendimizi de yok edeceğiz.