
Evrendeki her şey denge üzerine kuruludur ve insan bedenide zaten özünde, içsel olarak mucizevi bir dengeye sahiptir. Öyle ki insan bedeninde ve enerjisinde bulunan zıtlıklar bile kendi arasında bir dengeye sahiptir. “Yaşamın amacı karşıtlıklar arasında denge kurmaktır der.” Carl Gustav Jung. Dişil ve eril; alma ve verme; sağ ve sol beyin; yin ve yang… Aslında hepsi birbirini destekler. Biri olmadan diğeri de var olamaz, aralarındaki denge kurulmadan insan bedeninde hiçbir sistem sağlıklı bir işleyişe sahip olamaz. Aralarında denge sağlandığında insan bulutların üstünde uçarcasına deneyimler bu yaşamı… “Dünya o kadar ilahi bir şekilde organize edilmiştir ki her birimiz kendi yerimizde ve zamanımızda diğer her şeyle denge halindeyizdir.” der Goethe. Ama biz bu dengeyle sürekli oynarız, biraz sarsar, biraz da zorlarız. Dinler, kültürler, coğrafyalar, inançlara göre farklılıklar baş gösterse de asıl olan var olan her şeyle ve kendinle uyum içinde ve dengede olabilmek ve bu dengeyi koruyabilmektir. Bizim kültürümüzde de en büyük farklılıklardan, başka bir deyişle dengesizliklerden biride “alma verme dengesi” ile ilgilidir. Biz de genelde vermektir övülen, takdir edilen. Kanının son damlasına kadar vermek, fedakârlık etmek, hizmet etmek… Almak ayıplanır, alanında hep utanması, yüzü kızarması gerekirmiş edası vardır. Alan kınanır, hatta suçlanır belki de kimisine göre… İhtiyacın olsa da isteme, söyleme diye öğretilir. Tevekkül et denir. Böylesi makbuldür. Hakkını bile aramamalısın, ayıptır. Bu ayıp olgusu tüm hayatımızı, neşemizi, arzularımızı elimizden alır, yaşam enerjimizi söndürür, bizleri yönetir. Farkına varmadan sindirilir, pasifleştiriliriz. Ne olduğunu, nerden geldiğini bile bilmediğimiz, doğru mu yanlış mı acaba diye sorgulamaya bile cesaret edemediğimiz “Ayıp Hükümdarlığında” yaşar gideriz.
Belki de biz her şeyi çok yanlış anlamışızdır. “Zorlayınca olmaz. Nasipse olur. Ama zorlamadan da nasip olmaz. Çünkü kader gayrete âşıktır” derler. Eylemlerdir sonuçları şekillendiren, değiştiren ve getiren… Hakkını aramak, senin olanı istemek, ihtiyaç duyduğunda ihtiyacını dile getirebilmektir esas olan. Sen üzerine düşeni yapar, sonra tevekkül edersin. İstemek; alabilmenin birinci ve en elzem kuralıdır. Dilin istemezse, ruhun azap çeker. Kendi kul hakkına girer, kendine zulmedersin. Tüm evren bunun üzerine kuruludur. İnanç sistemlerinde “İstediğin, dilediğin sana verilir.” denir. Enerji sistemlerin de “Senin kendi yaratımların yaşamında tezahür eder. Her şeyin sebebi de, sonucu da, seçeni de, oluşturanı da sensin.” denir. Toplumda “Tuttuğunu koparır, o her işi halleder, her işin üstesinden gelir. Onun elinden ne uçan ne kaçan kurtulur.” diye ayakta alkışlanır, takdir edilirsin. Bu bir övgümü, yergimi bazen net olarak belli olmasa da sonuç olarak başarılı olarak etiketlenirsin. Aramızda azda olsa bu inançların ve bakış açılarının da baskın olduğu ve kendini özgürce ifade edebilenlerimiz de mevcuttur. Burada önemli olan tek şey, yaptığın işin, verdiğin emeğin karşılığını almak, alamadıysan istemektir. “İnsan sadece sorumluluk üstlenerek, zihnini sağlam ve dengeli bir şekilde geliştirebilir.” der John Dewey. Çünkü “denge” ancak böyle sağlanır. Sen özgür iradenle seçimini, isteğini dile getirmiş olursun. İşte o zamandır tevekkül vakti. Talep ettiğin şey sana her koşulda verilir. Maddesel ya da manevi olarak…
Karşılığını almak haktır! Evrensel bir yasadır. Eğer sen kendi rızanla hakkından feragat etmediysen! Tek istisnası budur. Karşılığını tabi ki istediğin şekilde alırsın, bu insanın kendi seçimidir. Sevgi alırsın, övgü alırsın, dua alırsın, onaylanma, takdir alırsın ya da maddesel bir karşılık talep edersin. Önemli olan; senin kendi rızanla seçtiğini, talep ettiğini almandır. Verdiysen almakla yükümlüsün! Bu sadece senin için değil karşındaki içinde bir “iyiliktir, yardımdır”. “Seni seviyorum ve iyi olmanı istiyorum.” mesajıdır. Sen karşılığını aldığında o hizmetle, yardımla ya da ürünle tamamen bağlarını kesmiş olursun ve karşındaki de işte o zaman “Bu benim, bana ait.” der. Alma verme yasası gereği, karşılığını vermediği hiçbir şeyi sahiplenemez, alamaz ruh, bilinç, bilinçaltı… Karşındakine de zulmedersin, çünkü aslında almak istediği, ihtiyacı olan yardıma, hizmete, ürüne, sevgiye dokunur ama alamaz. Hem bir o kadar yakın, hem bir o kadar ulaşılmaz olur onun için. Montaigne’nin de dediği gibi “Bir akıl ne kadar boş ise ve denge konumundan uzaksa kendisine gelen ilk düşüncenin ağırlığı altında o kadar kolay bir biçimde çöker.” Akıl karşılıksız aldığı şeyi hediye, ödül, kurnazlık, yardım, başarı, kazanç vesaire kabul edebilirken ve bunu pozitif yorumlayabilirken; Ruh “ Ben bunu hak etmedim, bunu alamam, kabul edemem.” der. Ruh yumuşaktır, yücedir, hassastır, dişil enerjidir. Dünyalık niyetlerden, inançlardan bir o kadar da uzaktır. Bu yüzden ruh verene, yardım edene minnet, suçluluk, pişmanlık gibi negatif duygularda besleyebilir. Bu da zamanla ruhu yorar, çökertir. Bazen akıl da bizi yanıltabilir. Çünkü eril enerjidir. Aferin, başardın diye seni ayakta alkışlayan akıl, derinlerde ruhuna eziyet etmene neden olabilir. Seni dipsiz, karanlık kuyulara atıp, hayatın boyunca borçlu ve ağır hissettirebilir. Tam da bu yüzden hakkını vermek ve almak, içte de dışta da; akılda da duyguda da; bilinçte de bilinçaltında da dengeyi bulmanın, dengeyi kurmanın ve dengeyi korumanın tek yoludur. “En iyi ve güvenli şey hayatında bir denge tutturmaktır, çevremizde ve içimizdeki büyük güçleri anlamaktır. Eğer bunu yapabilir ve bu şekilde yaşayabilirsen, o zaman sen bilge bir insansın.” der Euripides. İçsel huzura ve bu huzurun dış dünyaya da yansımasına yardım edebilecek tek şey “Dengedir”.
“Düşünü kurduğum her şey bir denge sanatıdır.”
Henry Matisse