“Ne varsa aşka dair,
Islanmaktır emaresi.”
Yaz gecelerinin, bu kentin dolmuşları gibi dolup dolup boşalan bir yanı vardı. Ekinokstan sonra zaman uzar, kalabalık azalır, gürültü patırtı biterdi. Yakıp kavuran sıcak, gürültülü ve kirli kalabalıklarla birlikte kentimden uzaklaşır, evren kendi sakinlerine kalırdı. Şemsiyelerin çok da kar etmediği yağmurlar başlardı sonrasında. Yandan yağan damlalarla ıslanır, gönlümüze vuran ateşlerle kururduk.
Yağınca bu kente yağmur, camlarda buğusu eve giden, buğusu yola giden, hayat nereye kırsa; oraya giden, buğusunda özlem olan yolculuklarımız vardı. Sabah erkenden fabrika işçilerini, öğrencileri tıklım tıklım kimi asfalt, kimi toprak yolda misafir eden metal kutunun iç yüzünde sessizlik iç tırmalardı. Pek de yeni sayılmayan motorun homurtusu, sessizliğin içinde bir tarak gibi gezinir, ruhlarımızda izler bırakırdı biz farkında olmadan. Arada bir ıslanmaktan kaçanların alelacele, sıkışarak ve ıslanmış ceketleriyle bindiği bu metal kutu, küçük ve ortak evrenleriydi her sabah, her akşam, herkesin. Yokuşlarda kendi ağırlığını çekemeyen kutularda, kendi ağırlığını taşıyamayan insanlar giderdi.
O yıllar şemsiyesiz çıkardık gecelere. İç cebimizde ıslanmasından korktuğumuz saman kağıt şiir eskizleri. Eğilip bükülen harflerin taşıdığı anlam büyürdü yağmurlu gecelerde. Uzayıp giderdi Zihni Derin Caddesi, masa dağı eteklerinden bir başka evrene.
Saçaklardan, çam iğnelerinden süzülen damlalardı geceyi anlamlı kılan. Bir de ıslanmak tabi, iç yüzündekini ıslatmadan. Sevgilinin penceresine, sokak lambasına selam verip, damlamak parke taşlı dar sokağa. Sonrası anılarda;
“Dün akşam seni konuştuk yağmurla”
Terminal çığırtkanlarına benzerdi yollar bu kentte. Bazen kendi isteğiyle, bazen gönülsüz hüzünlerle birilerini bir yerlere taşımaya hevesli. Gidilecekse bu kentten, mutlaka akşam olunca gidilirdi. Ceplerde parlak kuşe kağıttan uzun yol biletleri. Uzaklaştıkça kendinden, kentinden, cama vuran damlalar yıkardı ayrılık alameti yol kirlerini, ova ova. Sonrası satırlarda;
“Yağmurun elleri ince ve beyazdı…“
Kentimden markalı otobüsler giderdi. Afilli, ıslak, tekil ve arkalarında yazılar. Ben de gittim sevgilim. Koltuğumda tek kişilik evrenim. Muavinler su taşıyordu birilerine, habire. Çakmağımda molalar yanıyordu Afyon’un karında, içime içime çiseleyen gözlerin…
Tüm dünya geçiyordu camdan, tarlalar, ekinler ay ışığına. Evler, mahalleler, kentler geçiyordu o gece kendinden, can kenarı uzun yol yorgunluklarında. Yaptığı işe söven şoförlere emanet demir kutularda başka bir kente gitmek ve o kenti sevmek nasıl olabilirdi ki?
Sanki on binlerce yıl yaşadık;
Silinmeyen izleri kaldı, çam ve toprak kokan yağmur damlalarının,
Hayata nazır bu canda
Yıllar geçti üzerimizden, kar yüklü bulutlar. Yağmurları aradım. Yağmurları aradım, çam kokulu varlığını, bu kentte. Hiç yağmayan, ya da yağınca karla yağan yağmurlarda. Geçmiş zaman eskizlerinde aradım silüetini, o kargacık burgacık harflerin arasında, sonrası saman kağıtlarda…
Sahi!
Kaç yıl oldu sırılsıklam, adam gibi ıslanmayalı?
Geçmiş Zaman Eskizleri, geçmişe götürdü okurken gerçekten. Kalbimiz henüz minik bir kuş gibi aşka dair çırpınırken, gerçeklerle uyanıp dengeyi sağlamayı öğreten hayatı.
Yazarımız Serkan Erkoç Bey aşağıdaki şu satırlada kısaca özetlemiş yaşanmışlığı..Tebrik ediyorum.
“Yandan yağan damlalarla ıslanır, gönlümüze vuran ateşlerle kururduk.”
Şevket Atıcı
İçten beğeniniz için teşekkür ederim. Güzel insandır beğenisini paylaşan…