Uzunca lakırdı edeceğim dostlar. Bu nedenle son sözüm yerine ilk sözüm olsun şiirim,
AYİN
İlk yıkanma sularına
Şiirler eritilmeli bebeklerin
***
2003 yılının başlarında, Adana’nın Şakirpaşa semtindeki işçi kültür evinde sosyal etkinliklere katılıyor, genç yaşta sınıf bilincini anlamaya çalışıyordum. Arkadaşlık, yoldaşlık ortamında siyasi etkinlik ve öğretilerin yanı sıra geziler, sohbetler yapıyor, yazdığımız şiirleri birbirimize okuyorduk. Tiyatro üzerine üretimler de yapmaya çalışarak sıkı sıkıya bir yoldaşlığın bağını atar gibiydik. O bağ maalesef sağlam olamadı. Üniversite yıllarımın başlamasıyla onlarla kurduğum iletişimler gelişmeden yarım kaldı. Hasret’e, Zeynep’e, Kübra’ya ve isimlerini özür dileyerek anımsayamadığım arkadaşlarıma, abilerime selam olsun.
Hayatın politik gerçekliğini, o yaşlarımda idrak etmeye çalışıyordum. Bu durum, ilk yazdığım şiirlere de hemen yansımıştı. Şiirin etkin gücünü bilen tiyatrocu bir abimiz ise bizlere, Hacı Bektaş Veli şenliklerinde oynamamız için Nazım Hikmet’in “Umut” ve Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Şapka” şiirlerinden derlenen ve oyuncuların patlayan bir atom bombasına benzetildiği bir oyun hazırlamıştı. O şiirler kadar güçlü ve vurucu bir görselliği olan bu oyunda, bir sandalye ve bir fötr şapka dışında ek bir dekor kullanılmamıştı. Açıkhava tiyatrosunda oynadığımız oyunu başarılı bir şekilde sergileyebilmiştik. Bu heves ile hız kesmeden Ahmet Telli’nin “Su çürüdü” şiirinin hikâyesini anlatan tek kişilik bir oyun hazırlamıştık. Bir başka çalıştığımız oyun ise Bertolt Brecht’e aitti. Brecht, ismini anımsayamadığım oyununda sınıf bilincini öğrenen köylüleri anlatıyordu. Ancak o oyunu sergileyememiştik çünkü sürekli baskı altında, göz hapsinde olan kültür evimiz mühürlenmiş, gözaltılar yapılmış, kültür evimiz sonrasında açıldıysa da oyun askıda kalmıştı. Böylesi sosyolojik ürünler üretmemizde bizlere ön ayak olanların edindiği derdi şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kültürel ve psikolojik gelişimin tek başına değil yanı sıra toplumun sorunlarına, acılarına duyarlı olarak gelişmesini istemek, iyi bir dünya için hamuru bozulan insanın yeniden iyi bir birey olması için gerekli. Belki de “Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan, kötüdür.” diyen Tolstoy’un düşüncesi hayatında bir iç huzur arayanlar için yürüyeceği yolu gösterebilir.
Aradan geçen yirmi iki yıla rağmen o zamanlarda da ülkemin sıcak konusu İsrail’in Filistin’e karşı yaptığı zulüm ve soykırımdı. Bu katliamın durdurulması için sosyalistlerin sesi gürdü ve tuhaftır ki yaptıkları eylemlerde susturulmak istendiler; şimdilerde ise bu haksızlığa artık herkes ortak bir itirazla birleşiyor. Geçen yıllarda neler değişti?.. Hatırlıyorum, televizyonlarda tanka taş atan bir Filistinli çocuğun çekilmiş fotoğrafını görmüş ve ondan etkilenip: “Taşınla, sapanınla dağıt kelaynakları yurdundan,” diye devam eden bir şiir yazmıştım. O şiirim emperyalizme karşı mücadele bayrağını taşıyan bir dergide, tanka taş atan Filistinli çocuğun fotoğrafıyla yayınlanınca çok mutlu olmuştum. Belki de bu incelikleriyle ileri yaşantım için şiire karşı olan ilgi ve hevesimi daha da yukarılara taşımışlardı. Acemilikler olmadan hatta kimi yazdıklarıyla ustaların gözünde gülünç duruma düşmeden şairin bu yolda hakkıyla yürüyebileceğini de düşünmüyorum. Şiirin yoluna erken yaşta düşmüş biri olsam da hayattaki seçimlerim ve çevremdeki sanatsız ortam nedenleriyle uzunca bir süre kendime kapalı (yavan ilerleyen) bir gelişim yaşadım. Yol göstericim sadece kitaplardı. Şiire ilgim vardı ama neresindeyim şiirin bilmiyordum. Hislerim bana şiir sesimi kırkımdan sonra bulacağımı söylüyor. Çoğu ustanın iletişim kurmaktan elini eteğini çektiği bir çağdayız. Genç yazarlar da kendi kabuğuna erken kapandı. Kimi yetenekli yazarı ise uyandırılmayı bekleyen sözler, etkileşimler bekliyor. Bu ilgi yeşermeli çünkü zamanın bu sonsuz ilerleyişinde şair şaire düşünceleri ve söze olan açlığıyla muhtaçtır. Bu yolda artık kendinden hallice oluşan tepeleri bir ses, bir ses daha sarsmalı ve biriken yeni şiir, söyledikleriyle, tavrıyla, rahatsız etmeli ustaları; uyarmalı, uyandırmalı…
(Burada bir tespit yapalım: Filistinli çocuğun fotoğrafıyla birlikte yayınlanan şiirimden bu yana geçen yıllar içerisinde daha hiçbir edebiyat dergisinde şiirim yayınlanmadı. Kendilerinden teşvik edici veya incelik içeren bir geri dönüş de alamadım. Neden? Haklı sebepleri vardır eminim. Eminim ki böylesi bir içerlenmede olan birçok yazar da vardır. Ben bu bahaneyle kendime şu soruları yöneltme gereği duyuyorum; iyi şiir yazmıyor muyum, şiirim henüz pişmedi mi ya da şiirim, onların koyduğu kriterlere erişemiyor mu?.. Sonuç olarak şiirler yolladığım o dergilerin yayınlarını okuyup incelemeyi bırakmıyorum. Bilakis daha çok dergi inceleyip daha fazla şair-yazar tanıyarak daha çok sorular soruyorum. Tıpkı, Arife Kalender’in: “Şiirime inandım, yazdım, kendime sorular sordum,” dediği gibi ben de yolumda yılmadan devam etmek istiyorum. Bu yolda şiirle ince düşünmek, iyi hissetmek ve yaşadığım zamanın hissettirdiği duyguları yansıtmak için uğraşıyorum; onunla, zulmün karşısında çiçekler açmış bir ağaç gibi durup büyürken çevremdeki tükenmişliğe, umutsuzluğa güzellik tohumları saçabilmek umuduyla yazıyorum. Şiir davranışım elbette bir kabul görmenin değil varlığıma yoldaşlık etmenin peşinde. Bu yolda fark ettiğim bir şey daha var: Entelektüel bir kişilik beklentisi ağır ama zorunlu bir yüktür şaire. Buna rağmen şiir için inandığım şey bilgisel olandan daha güçlü olan sezginin, şiire verdiği katkısının hem şiirin geleceği için hem de toplumun duygu bekası için daha gerekli olduğunu düşünenlerdenim. Burada sezgiyi; bilgisel analize, yaşanmış becerilere ve gözleme dayalı olguların etkileşimiyle tanımlıyorum. O ilk etkiden yani sezgisel ilk kıvılcımla gelen sözlerden sonra duygular dizelerle sönümlendiğinde, şiiri yapan şeyin geride kalan akıl olduğu gerçeği değil midir? Yapılanın da “Bu bir şiir midir?” sorusundan ziyade “Bu iyi bir şiir mi, kötü bir şiir mi?” sorusuyla -sözcük, imge ve duygu bütünselliği olarak- meseleye bakmayı daha uygun buluyorum. Çünkü her alanda şiir yazılabilir ve her şiirin öyküsündeki dinamikler farklıdır. Bu dinamikleri hissedip kavrayabilme becerisi kişiye geniş bakış açılarıyla bakabilmeyi de sağlar. Bu yanıyla şiirin dili, felsefesi, ütopyası ve imge gücü -imgenin doğru kullanımı, anlaşılırlığı ve somuta indirgenmesi önemli- toplumun ahlaki ve estetik değerlerinin gelişmesinde etkin bir rol oynar. Niyet okuma derdinde değilim ama ilköğretim ve lise düzeyinde şiire yeteri kadar yer verilmeme nedenlerini bu bağlamda irdelersek eğer bu durum bana, toplumumuzun yönlendirildiği ürkütücü bir yolu işaret ediyor.)
Dergi meselesine geri dönecek olursak eğer şunları da eklemem gerekli. Cumhuriyet dönemiyle birlikte toplumumuz, çıkarılan dergiler ve kitaplarla ciddi bir iletişim içindeydi. Bu durum uzun yıllar böyle devam etti. Dergiler, gerek siyasal gerek sanatsal tartışmaların yapılarak büyük kitlelerce takip edilirdi. Okunma oranları yüksekti. Dergi maliyetleri karşılanıyor, yazarlara telif ücretleri ödeniyor hatta yayıncısı kâr bile ediyordu. Bu etki, okura ayrı şair-yazar kısmına ayrı bir haz verirken tıpkı büyük bir okul gibi kültürleşmenin ve estetik güzelliğin yollarıyla topluma açılıyordu. Ancak o güzel yılların söz çiçeklerinin kokularını bastıran, umutları neredeyse yok eden ve okur-yazara bir suçlu hatta bölücü gözüyle baktıran faşizm geçti. Bu baskı, yirminci yüzyıl ile özellikle teknolojik gelişmelerin hızlanmasıyla azalmasından ziyade farklılaştı. Dergilerin bu rüzgârda yönü hem içerik hem de biçim olarak değişti. 2010 yılından sonra özellikle okuyucu bulmak veya satışları arttırmak kaygısıyla yaptıkları mücadele ve verdikleri eserlerle öne çıkmış, genel kitle tarafından kabul görmüş ressam, şair ve artistlerin resimlerini, stickerlarını dağıtan dergiler türedi. Yer yer magazinleşen bu dergilerin tüketim odaklı bir edebiyatı yansıtması içler acısı bir durum. Turgut Uyar’ın 1958 yılında 17. sayısını çıkaran Yelken dergisi için Pazar Postasında yazdığı Hamsi ve Ötesi adlı yazısında şunları dile getirmiş: “Güzel görünüşüne rağmen, içindeki yazıların, şiirlerin birbirini tutmazlığı, hatta bir bakıma hafifliği yüzünden, daha çok bir sanat magazini havasını taşıyor.” Böyle olmanın kendilerince izahları vardır elbette. Ben burada onların amaçlarında, gençlerin sanata ilgi duymaları için teşvik etmek istemelerine dair iyi bir niyet okumak istiyorum. Öyle varsaysak da ortaya çıkan sonuç nedir? Asil vahim veya şaşırtıcı durum ise birbirine benzer bu dergilerin yazar kadrosunda aynı isimlerin yanı sıra dost-arkadaş gruplarının da göze çarpması. Bu tabloya ek olarak da usta yazarların da bu dergilerde boy gösterme durumu var. Neden? Tanındık olmalarıyla dergiye traj sağlamak mı, yoksa derginin içeriğini kaliteli göstermek mi amaçları?.. -Bu soruyu kendilerine sormuş olalım. Böylece onlardan bir cevap almak daha sağlıklı olur sanırım.- Bir de bu tarz dergilerin tam karşıtı olan dergiler var. Her sayısında şiir temasındaki kemik yazar kadrosunun arasına birkaç başka isim katılır. O kemik kadronun yayınlamak istediği şiiri iyi de olsa kötü de olsa dergide gözü kapalı yayınlanır. Yılların birikimi ve emeğinin göze alınmasından kaynaklı sanırım bu vazgeçilmez durum. Tecrübe, bilgi-birikim aktarımı önemli ancak çeşitlilik, yenilik ve genç şairlere veya şiir yazanlara yol açmak da önemli değil mi? Genç yazarın bir ödülü, kitabı veya sanat çevresinde sözü geçtiği dostu-arkadaşı mı olmalı? İllaki bir kulisi mi olmalı? Çeşitlilik deyince yıllardır her ay düzenli olarak internet yayını hazırlayan Akatalpa dergisini dile getirmemek olmaz. Ramis Dara’ya ve emeği geçenlere teşekkürler. Orada yeni sesleri tanımak ve çırakları ustalarla omuz omuza görmek güzel güzel olmasını da bir sorunumuz var. Dergilerin çoğunda gezinen dil aynı gibi. Nasıl desem yüzlerce şair ama sanki bir düzine kadar ses var. Ve çoğunun imgelemi kendine dönük topluma uzak. İkinci yeni şairlerinin yarattığı sesi yukarılara taşıma kaygısı güzel elbette. Lakin eksik bir duyarlılık var şairin gündeminde; geçim derdi, göç, savaş, Ortadoğu’nun durumu, toplumumuza dair kaygı, işsizlik, kadın ve çocuk cinayetleri, çocuk istismarı, özgürlükler, totalitarizm, faşizm, ekonomi vb. toplumu (okuru) derinden etkileyen ve ilgilendiren konulara dair ses yükselten, duyguları harekete geçiren imgelem gücü yok denecek kadar az şiirlerin. Bu durum genç yazarlarımızın es geçtiği büyük bir problem gibi duruyor. Zaman, sırası geldiğinde elbet yüzleştirecektir kendimizle bizleri ve soracaktır yazılmakta uzak durulanın nedenlerini. Bu şiirlerde estetik ve duygu yok mu, var tabii ki hem de çokça bireyselliğin parıldayan imgeleri. Bu da güzel. Ama bu denli aşırı bireyciliğin dolambaçlı sözcük nehrinde şair denizlere varabilir mi?.. Ustalardan bekleyelim bu sorunun da cevabını.
Günümüzde, okuma oranlarının düşük olması nedeniyle dergilerin kalıcı olması zor tabi ki ve bunun için dikkat çekmeleri gerekiyor. Gerçekten emek ve zaman isteyen, ekonomik külfeti olan bir iş. Bunları karşılıyor diye de yine de edebiyatın, kapitalist kaygılara alet edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ustaların da bu kaygılara ortak olmaması lazım. Peki, hem içerik hem yazar kadroları olarak ortaya çıkan bu durum ne derece doğru? Bu dergilerin; “Sözcükler”, “Varlık”, “yeni e”, “Adam Sanat” ve içerik kaygısı güderek yayın hayatında yer alan (ki bu dergilerde de kulis sorunu yok değil) dergileri kendilerine rehber almadıkları da belli oluyor. Almalı mı? Kapitalizmin ekmeğine yağ sürmeyen bir faaliyet göstermek gibi bir dertleri var ise eğer pek tabii almalıdırlar. ‘Neden böyle bir çıkarım yapıyorsun,’ derseniz eğer, dergilerin artık -mış gibi davranmadan içeriklerini kültür, sanat ve özellikle edebiyat için duyulan kaygıları iyileştirmeleri gerekli. Hem toplum hem de birey olarak ekonomi ve siyasetle dizginlenip denetim altına alınan hayatlarımızın kaçış noktasını yaratan sanatçının ve edebiyatçının bu mevzuya eğilmesi lazım. Evet, bu baskıdan kurtulmak ve biraz da olsa nefes ortamı yaratmak için yazınsal eserlerin ve dergilerin de çokluğu arttı. Sesini duyurmak isteyen yazarın veya bir grup edebiyatseverin dergi çıkarmasına kadar geldi durum. Son dönemlerde kuşağım olan genç yazarların öncülük ettiği iyi yayınlar da çıkıyor. Buradan onlara da selam olsun. Sanatın sesi nitelik olarak yükselttiğinde, toplum adına iyi şeyler olur geç olsa da. Sennur Sezen, 2010 yılında Devrim Büyükacaroğlu ile Evrensel’de yaptığı söyleşisinde: “Edebiyat dünyası estetiğin ölçülerine çok fazla kapandı. Yeni bir ses lazım, korkulu ustalık dediği Turgut Uyar’ın. Çok usta var ama o kadar çok ustalıkla bir yere gidilmez. Biraz acemi ama yeni bir ses bulmak lazım. Kalabalıkları da etkileyecek şeyler söylemek lazım. Çünkü bu coğrafya şiirsiz edemiyor.” Gerçekten de öyle. Şiir ile yoğrulmuş topraklarda adalet de özgürlük de şiirde aranmış. Yitirilenlerin kavgası şiirde haklı kılmış kendini. Şimdi topyekûn sessizliğe gömülen bu coğrafyada evet, “kalabalıkları da etkileyecek şeyler söylemek lazım.” Söyleniyor mu peki? Kalabalıklar mı duyarsız artık yoksa şiirler mi? Edebiyat adına böylesi acı bir tabloya nasıl gelindi sorusuna şunlar söylenebilir. 21. yy’ın gelişen teknolojileri, kültürel devrimin başka yollarda açılmasına araçlar sağladı. Dijitalleşmenin karşısına makyajı güzel yapılmış dergiler, okunurluğu kesin gözüyle bakılan yazarları kadrolarına koyarak cezbedici hale gelmek istendi. Bu durumun gerçek okuyucuyu yolundan çıkarmayacağını ancak yeni neslin tüketici olarak görülmesiyle geleceğin edebiyat okunurluğun da iyi bir rol üstlenmeyeceği aşikâr. Misal, toplumsal tepkilerin örgütlülüğü artık (bir olaya tepki) internet ortamında yaygınlaştı. Hatta sanal ortamda dünyayı kurtarır, koşulları değiştirir güçte hisseder olduk. Değişiyor mu peki? Kökünden değiştirecek kadar değil bu değişim, sadece köklü değişime yakıt olacak kadar bir güce sahip. Yine internet ile birlikte kitapların kokusu odalarda azaldı, kütüphaneler ceplerde taşınır oldu. Dijital suların tehlikeli yanını göz ardı etmemek de fayda var. Buradan şiir üzerine olan konumuza dönersek eğer görünen o ki bu etkileşimlerde en çok yarayı alan yine şiir oluyor. Şiir kitaplarının basımları elli adete kadar düştü. Öyle ki bazı yayınevleri okuyucu siparişine göre basımlar yapmaya başladı. Basımları çok yapılan kitaplar ise depolarda geri dönüşüme gidecek günlerini bekliyor. Sezgisine, bilgisine ve kalemine güvendiğim Çağrı Emin dostum: “Artık kitap basmak gereksiz,” dediği öngörüsüyle ileride haklı çıkma payı beni ürkütüyor. Çok eser az baskı bize dijital kitap dışı okunmaların da az olduğunu gösteriyor. Peki, nicelik olarak durum böyleyken nitelik olarak durum nasıl? Bu soruyu sormuş olalım ileride açmak üzere. Çünkü bu mevzuya geniş çaplı araştırmalar ile cevap bulunabilir. Bazı ustalarımızın ise şiirde nitelik konusuna dair görüşleri yer yer söyleşilerinde, yazdıkları kitaplarda bulunabilir. (Benim incelediklerimden bazıları; Hilmi Yavuz, Haydar Ergülen, Ahmet Telli, Ahmet Özer, Turgut Uyar, Yücel Kayıran, Küçük İskender, Asuman Susam, Ali Asker Barut, Turgay Fişekçi, Nilay Özer, Veysel Çolak, Nisa Leyla, Arife Kalender… Daha çok isim var elbette, özellikle cumhuriyet öncesi veya ilk yıllarında doğmuş; Oktay Rıfat, Arif Damar, Sabri Altınel, Salah Birsel, Melih Cevdet Anday vb. şairlerin yazdıklarına bakınca şiirin nitelik-nicelik meselesi üzerinde çok fazla fikirler edindiklerini gördüm.) 21.yy’ın genç şairlerinin veya şiir yazanlarının ise böyle konularda konuşma cesareti veya derdi var mı? Pek az. Bolca söyleşiler yapılmalı ki düşünce dallarından yeni filizler versin. Çünkü toplumumuz kör karanlık bir kuyuda. Evet, kör karanlık ve bu sonsuz belirsizliğin yarattığı endişelerle el yordamıyla dönüp duruyoruz. Aydınlığa kavuşmak için sanırım kuyuya uzanacak elleri bekliyor zaman bekliyor şair-yazar. Ben yine de iyiyi çağırmak istiyorum; kendine doymuş ustaların, iyileştirecek elini…
Sorunun belki de şairin etkisi dışında kalan kısmı yani kültürel yoksullukla pekişen kısmı şiir okurunun pek az olması meselesidir. Şairin (ya da şiir yazanın) okur bulamama meselesi, kapitalist sistemin amaçlarına kadar dayanır. Çünkü bu işleyiş; halkın uyanmaması, birleşmemesi, barbarlıktan çıkmaması için, şiirin karşısında savaşılması gereken güçlü bir düşman olduğunu düşünür. Destanların, ortak acıların, aşkların, inceliklerin, ütopyaların yani insanı insani değerlere yaklaştıran dil araçlarına karşı açtıkları bir savaştır bu. Şairlere bu savaşta çok iş düşüyor. Peki ne yapmalı? Öncelikle şiirin, resmiyetin duvarları arasından çıkarılarak sokaklara, meydanlara indirilmesi; düşlerin, fikirlerin, duyguların okuruyla tanıştırılması lazım. Haydar Ergülen’ in dediği gibi “En çok da şiirin, edebiyatın, sanatın rahatsız etmesi, dürtmesi, uyutmaması, dalga geçmesi, itiraz bildirmesi, değiştirmesi gerekiyor.” Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün mağarasından çıkıp “Tanrı öldü” demesi gibi şair de “Şiir yaşıyor” demeli. Erasmus’un “Deliliğe Övgü” meselesini de buradan yakalamalı: Kendini saklayan şair artık şiirini bir deli gibi özgür bırakmalı.
Bir tuhaf durum da genç şairlerin (ya da şiir yazanların) hatırı sayılır şairlerin onayından geçerek önünün açılması. Tuhaf ama gerekli de bir durumdur bu. Tuhaf tarafı ise tavsiye ve referansların etkisiyle tekelleşen bir şiirin temellerinin böyle atılıyor olma tehlikesi. Belki yanlış bir sezi bu ama bunun iyi niyetle atılan adımları da zedelenmesinden endişe duyuyorum. Umarım yanılıyorumdur. Karl Marx’ın “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir,” söyleminden çıkarılacak anlamı kulağımızda küpe gibi taşımak lazım. Çünkü usta şairlerin eş-dost dışında ya da bir tesadüf ile yeni şairlerin kitaplarını alıp incelemek ve kendine çırak arama kaygısını taşınmasından endişe ediyorum. Böyle bir rol üstlenmelidirler mi? Usta’nın bakış açısına bağlı. Ancak çırağın bu ilişkide bıkmadan usanmadan usta kapısını çalması lazım. Bu iletişimsizliğin büyük payı bu kapıları zorlanmayan çırakta bulurum elbette. Bu kapı nelerdir peki? Öncelikle ustaların yazdığı şiirleridir. En iyi dersidir o çırağın. Sonra onun yıllar içindeki değişen ve gelişen felsefesi, düşüncelerinin izleğidir. Bu izlek ya yazınsal ya da birebir söyleşilerinde ustayı tekrar tekrar tanımak, ustanın içinde derinleşerek kendine yol bulmak. Çağımızda yaşayan ustalarla yayınları dışında somut bir iletişim kurmak zor olduğu için ekonomiyi zorlayan ve zaman isteyen bir süreçtir bu. Aslında bu mevzu çağımız için normal bir durum. Çünkü kişiliklerine kadar parçalanmaya başlayan toplumumuzun yaşadığı iletişimsizlik payını şiir de alıyor ve yıllar boyunca da alacaktır. Ancak bildiğim bir şey varsa eğer o da bugünün şiiri de şairi de eski günlerin sanatçısı ve yaptığı sanatı da (80’lerden sonra hızla) daha çok yalnızlaştı. Hatta hem şiir hem de şair uzaklaştı toplumun dertlerini anlamaktan, duymaktan, görmekten; içine kapandı şiir, içine kapandı şair ve her ikisi de kendi sesiyle meşgul olup oyalanır oldular. Neden?.. Bu durumun aksi yok mudur, elbette var. Her çağın kendine özgü zorlukları, sorunlarıyla ilişkili üretimleri var. Özellikle 60’lı yıllardan önce doğmuşların yaşadığı hayatın getirdiği geçim derdini, imkânsızlıkları, darbeleri onların dilinden (yazdıklarından ve sohbetlerinden) duyunca şimdinin şairlerindeki derinleşme (içselleşme) çabalarının ne kadar zorlama, yapay olduğunu görüyorum. Çünkü onların sanat cevheri yaşadıkları koşulların etkileşimiyle gün yüzüne çıktı. Sanat onların yaşama direnci oldu. Çoğu ustanın şairliği böylece olagelmiştir. Yirmili yaşlarında bile iyi şiirler yazıp kitaplar çıkardı o insanlar. Şimdinin şairi veya şair adayının birçoğu (80’li yıllardan sonra doğanlar diyelim) otuz beş-kırklı yaşlarında anca bir derinliğe ulaşarak kitap çıkarma cesareti gösterdi. Bu duruma tabi ki kuşakların yaşadığı kaygıların, toplumun yöneldiği ilgilerin ve bilhassa kültür-sanattan koparan sistemin güçlü bir etkisi oldu. Şiirimiz bu yüzden hâlâ içerik olarak sezgi ve duygunun verilen ürünleriyle ayakta duruyor. Bu durumu geçmişe bir övgü şimdiye bir yergi olarak söylemek değil maksadım. Demek istediğim şu: Teknoloji çağında her şeyin mesafesi birbirine yakın olmasına rağmen iletişim ve ilişkiler ne zor ve ne de uzak oldu; duyarlılık ve mücadele nasıl da değersizleşti; zaman ve emek nasıl da kısırlaştı; eleştirinin ve cesaretin sesi nasıl da bastırıldı; sanat ülküsünün yerini nasılda gelgeç hevesler ve kapitalizme gebe kalınan araç ve amaçlar aldı. Bunu hem kendime hem de başkalarına eleştiri olarak koyalım, koymalıyız da yoksa bu yaraya bakmadıkça duygularla (sanatla) aramızdaki mesafe günbegün büyüyecektir. Çünkü şimdinin yeni yetme şairlerinin (tırnak içinde söylüyorum) şiirlerinde örnek aldığı ya da imrendiği ustalarının edindiği dertler ve kaygılar da yok. Dergilerde yayınlanan şiirlerin genel havası bunu böyle görmeme neden oluyor. Sanatın sadece sanat ve duygu boşalmaları (iç dökmeler) ile yapıldığı bir toplumda, kapitalist sistemin ekmeğine yağ sürülmüş olmuyor mu? Gün gün özgürlüklerin kuşatıldığı, seslerin bastırıldığı, korku zamanına doğru yolculuğa çıkarılan toplum, okuyucusuyla birlikte şiirden böyle uzaklaşmış olmuyor mu? Şiirinin (sanatının) sesini yükseltmesi gereken şair neden daha yumuşak oluyor? Şair veya sanatçı neden saklanmayı seçiyor da görünür olmaktan huzursuz oluyor? Sesini neden haksızlığa yükseltmiyor? Hazmedilen geleceksizliğin vicdan muhasebesini bir gün kaldırabilecek mi kaçak dövüşen şair?.. Maalesef sistemin yarattığı yumuşama bu hazmedilme isteğiyle eski-yeni şair ayırt etmeksizin şiirin üstünden geçiyor. Tanka taş ile karşı koyan çocuk kadar olamıyor şairlerimiz. Olmak isteyenler ise sindiriliyor belki ya da eserlerine kapılar hiç açılmıyor. Sanki her dergi her yazar kendi kulisini kurmuş gibi. Şiirle yıkılması gereken duvarlar yine şiirle haz dünyalarını koruyan duvarlar örüyor. Güvenli hissettiği alanını koruyup genişletiyor şair. Şiirin karakterine tezat olan bu durum nasıl açıklanır bilemiyorum. Aslında bu sadece şairin değil topyekûn toplumun karanlığa sürüklendiği bir meselelerin yansıması. Yanlış anlaşılmasın kimseyi suçlamak derdinde değilim ki haddim de değil. Ama kendine çırak aramayan, bir zümreye sığınarak sadece kendilik kovanında balını üreten bir şairin, şairliğinden bir dereceden sonra iç sıkıntılarıyla baş gösteren buhranlık içinde yaşayacağını düşünüyorum. -Şiir üretimi için bir malzemedir bu psikoloji ama nereye kadar? Belki intihara kadar-
On dokuz yaşımın ilk heyecanlarının ardından geçen yirmi iki yıl bana bir şey gösterdi: Kabuğumuzdan çıkmalıyız; dil, düşünce ve pratik olarak güvende hissettiğimiz ne varsa duvarlarını yıkamalıyız. Şair elbette istediği temada şiir yazmakta özgürdür ancak onun bir yönü ne yazarsa yazsın daima halklardan yana bakmalı ve totalitarizme karşı olmalıdır. Duyarlılığı şiirlerinin ağır basan yanı olmalı. Çünkü biz; ibretle okuyarak hayranlık duyduğumuz şairlerin şiirleriyle beslenen çıraklar, hasta bir toplumun içinde şiirle iyileşip doğmanın peşindeyiz. Yılmadan bu doğumu da aramalıyız; yitirmemek için şiiri ve şairliği, zamanımızdan öteye bakıp zamanı gelen çırakların elinden tutmalı ve yolumuza yeni aydınlıklar koymalıyız. Çünkü bu yol uzun ve ışık azalıyor.
____________________
Bir Düş: Bir gün, şiir kütüphaneleri kurmak şehirlere; bu dünyadan gelip geçmiş ve geçmek üzere olan ustaların ve yeni yetme şairlerin tüm seslerinin bir arada toplandığı bir şiir ebemkuşağı. Bunun için sesleniyorum şairlere, şiir ve edebiyatseverlere; yaşadığınız şehirde şiir kütüphaneleri kuralım.