Osmanlı döneminden kalma mezarlığın tahrip olmuş taşları arasında bir kedi, akşam ezanı vakti doğurdu. Beş yavrusundan sağ kalan tek yavrusunu başka bir oyuğa taşırken yorgun ve tedirgindi. Kaybettiği yavrularından sonra bir kedi neler düşünür, neler hisseder bilemeyiz; sadece varsayımlarda bulunabiliriz. Peki, bir insan böylesi bir kayıp yaşasa neler olur? Neler değişir hayatında? Bir gerçek var ki o da doğumdan sonra her şeyin daha zor daha yıkıcı geçeceğidir. Belki de aklını bile yitirecektir yaşayacağı duygular yüzünden. Oysa o kedi, kaybettiklerine rağmen sessizliğin ve kimsesizliğin mezarlığındaki günlerini haz rüyalarıyla geçirdi; bundan eminim, çünkü davranışlarında hiç de yas tutar bir hâl yoktu. Yaşama tutunan yavrusu ona varlığının anlamı için yetmişti. İkisine de sığınak olan mezarlık Yalı Cami içindeydi. Caminin, yığma taşlarla örülü bahçe duvarından biri Yalı Han ile bitişikti. Diğer bir duvarı ise şehrin en işlek caddesi olan Barlar Sokağı’na bakıyordu. Birçok milletin gelip geçtiği sokaktaki mezarlığı fark eden kimi turistler buram buram tarih kokan taşların fotoğrafını çekiyor kimileri ise ayaküstü durup hayrına dualar okuyordu. Yavru kedi işte ilk bu insanların tuhaf, meraklı, sevecen bakışlarıyla tanıştı. İlk o bakışlardan öğrendi insana dair cana yakın hisleri. Birkaç hafta sonra da mezar taşlarının küflenen ve erkil bir hastalıkla yazılmış taşlarının üzerinde ürkek ama cesurca koşturmaya başladı. Verilen mamaları büyük bir iştahla mideye gömüyor, sevgiyle uzatılan elleri kokluyor, tıslıyor ve en ufak bir tedirginlikte yeni yeni akrobatik hünerlerini göstererek yuvasına kaçıyordu. Günlerin güncesini onunla tutarken oyunlar içindeki halleri bana çocukluğumdaki heyecanlı, sürekli koşturan günlerimi hatırlatmış; yaşam ve ölüm adına içinden çıkamadığım sorular, düşünceler bırakmıştı. -Doğup gelişmeye başlayan canlılar bir süre sonra neden merakını kaybetmeye başlar? Ölüme yaklaştıkça mı kaybederiz merakımızı?- Açıklayamadığım bu meselenin dışında mezarlığa gide gele de başka bir soru kurcaladı zihnimi. Daha doğrusu eskiden kalma başka bir meselenin dosyasını yeniden açmaya karar verdim. Yıllardan bu yana mezarlıklar nedense bende ölümden ziyade yaşamı ve yaşama tutun dercesine içimdeki ölmek isteyen yanlarımı canlandırıyordu. Ancak mezar taşlarındaki yazılar bana hep soğuk gelirdi. Onları ne vakit görsem içli içli yanan şairliğimin sesi uyanır; kendi mezar taşıma yazdıracağım şiiri düşünürdüm. Ya da bir dostun ince düşüncesiyle yazdırma ihtimali olan o şiiri… Düşüncelerimdeki bu meseleye aslında insanların, sevdiklerini uğurladıkları ve onları sonsuza dek sakladıkları yerde, mezar taşına bıraktıkları duygudan uzak sözcüklerin gerçekliğiyle şaşırırdım. Taş veya ağaç üzerine işlenmiş bir Fatiha isteği ve ölüm-doğum yılı… Bilmiyorlar mıydı bin yıllardır insanlar kelimelerin de bir sevgi dini olduğunu! Bilmiyoruz demek ki! Meselenin ne denli vahim olduğunu o an anlamıştım. Her hikâyenin bir sonu olmayabilir ancak mutlaka bir başlangıcı var. Benim sonum ise bir mezarlıkta değil şairliğim boyunca şiirsiz ve imgesiz kalma korkusunda olduğuydu. Bu nedenle bu soğuk taşların, yalnız ölülerin ve yıkılmış bir tarihin arasında günlerin güncesini tutarak bir imge bir şiir arayışı içinde izledim o kediyi. Sokaktan geçen simitçileri, dilencileri, ayyaşları, ağlayanları ve mutlu gelip geçenleri gördü o kedi. Daha neler neler gördü kim bilir? Belki de hayatın sökülebilir bir ciğeri olduğunu ve onun insanların önüne nasıl atıldığını da gördü… Görmek ona yetmediğinde ise yaşadığı muhitle tanış olmak ve onu bilmek istedi. Hoplaya sıçraya, korka çekine çıkıp ölülerin arasından bir çırpıda geçiverdi sokağın karşısına. Yaşamı öncelikle insan köprüsünden geçebilmek kadar zor bildi. Kuyruğunu kaldırıp kamburunu çıkararak sakındı kendini gelip geçenlerin çığlıklarından. Kiminin mırıldanmalarından kiminin soluğunda köpürmüş nefretten kiminin bi’ çocuk ağıdıyla incecik kalmış sinir uçlarından sakındı kendini. Pustuğu duvar dibinden güvenli günlerini anımsarcasına uzun uzun baktı mezarlığa. Uzun uzun baktım ona. Yaşamın kaygısı bulaştı üstüne. Öylece bulaştırdı bana korku ve endişeyi… Hissettiği ürkünç hallerden uzaklaşmak istercesine koştu gerisin geriye mezarlığa. Sanki bende onunla koştum çocukluğuma. Annesinin güven dolu koynuna giriverdi. Onunla andım bütün güvenli limanlarımı. O yavru kedi, günlerin günceleri sonrası büyüdü. Büyüdükçe de yeni soytarılıklar ezber etti. Kendinden daha emin, korkusuz ancak her an tetikte olan yürüyüşüyle karıştığı sokaklarda insanın nabzını tuttu. Şımarmış ve sırnaşık yürüdükçe içsel bir davet sunan sesi “sevin beni, sevin beni, sevin beni ölülerinizin niyetine” dercesine bıraktı bir imgeyi. Bense şairliğimle kaldım endişeler içinde.