“Cehennem başkalarıdır,” der Sartre.
Değerli olduğumuzu, sevilebilir bulunduğumuzu, onaylandığımızı, kabul gördüğümüzü hissedebilmek için gözlerinin içine baktığımız, iki dudağı arasına sıkışıp kaldığımız o başkaları… Kendi cennetimize giden yolları bilmediğimizden, onların cehennemine mahkûm sandığımız başkaları…
Anavatanı çocukluk olan, sevgiye, değere, görülmeye ve ilgiye en muhtaç zamanlarımızda bu duygu tohumlarının ebeveynlerimiz tarafından ekilip yeşertilmediği, topraklarımızın çorak kaldığı zamanlar…
Ve insan nereye gitse, neyin yoksunluğunu hissetse yetişkinliğinde ya da neyin bağımlısına dönüşse, kökleri anavatanına, yani çocukluğundan tahsil edemediği alacaklarına dayanır.
Anne-babası tarafından varlığı görülmeyen, şefkatle sevilmeyen, ihtiyaçları vaktinde giderilmeyen, yeterince desteklenmeyen çocuk, kendini kendine verilenler ya da kendisinden mahrum edilenler üzerinden tanımlar ve bu tanım üzerinden yetişkinliğini kurgular. En çocuk yanıyla bunları etrafındakilerden alabilme yanılgısıyla döner durur…
Çocukluğundan yarım kalanları tamamlamak için yine bunları yarım yamalak sunacak insanlara meyilli olur. Çünkü insan aşina olduğunu seçmekte, bildiğini hayatına çekmekte ustadır. Bildiği cehennemi bilmediği cennete tercih edişi de bundandır. Bu durum, Carl Jung’un söylemiyle “Siz bilinçaltınızı dönüştürene kadar, o sizin hayatınızı yönlendirecek ve siz ona kader diyeceksiniz.”
Kaderin cilveleri değil, bilinçdışının çekimidir bu.
Varoluşunu başkaları görmediğinde yok sayan, kendine başkalarının gözünden bakan, duyulmadığında feryat figan kıvranan bir insanın sessiz çığlığı, çocukluğundaki boş kalan duygu odalarının yankılarıdır.
Kendisine değer verip seveni ve şefkat göstereni fark edemeyip bunları alamayacak olanın peşinden gidişi de… Agah Aydın’ın o müthiş tanımlamasıyla “sevilmemişliğin, itilmişliğin, horlanmışlığın acısıyla sarsılanlar, sarılanla saldıranın ayırımına varamıyor.” Görüleni net okuma becerisi hasar gördüğünden ya da güdük kalarak gelişmediğinden, insan sağlıklı bir algı mekanizması oluşturamıyor ve devamında sağlıklı seçimler de yapamıyor. İlişkilerini bu dişlisi atmış mekanizmanın üzerine yapılandırınca da “Neden her seferinde bana acı çektirecek insanlar giriyor hayatıma?” diye sızlanıp duruyor, hayata sitemler yağdırıyor.
İnsanın en muhteşem yaratılış özelliğidir her an kendini değiştirebilme potansiyeli. Doğduğu coğrafya, yoğrulduğu kültür, yetiştirildiği aile dinamikleri, aldığı genetik kodlar, geçtiği eğitim yolları ya da karşılaştığı irili ufaklı insan dokunuşları elbette nasıl bir insana dönüşeceğini etkiler. Ama uyandığı her öz-farkındalık kımıldanışıyla kendini tekrar tekrar inşa edebilme becerisine de sahiptir.
Doğduğumuz coğrafyayı, kültürü, zamanı ya da aileyi biz belirleyemesek de bunların üzerimizdeki sınırlarından, travmaların derin yaralarından ya da sıyrıklarından kendimizi tekrar doğurarak ve inşa ederek sınırlarımızı genişletebiliriz. İnsan iki kere doğarmış ya hani; biri ana rahminden doğduğu gün, diğeri ne için doğduğunu bulduğu gün. Hayatımızda oluşturduğumuz anlamlarla benliğimizi her an yeniden inşa edebilme becerisi, özümüze gizlenmiş en güzel hediyedir. Kendimize giden yolda önümüze örülen tel örgüleri parçalayarak, zihnimizin geçmiş öğretilerle otomatik pilottaki işleyişine çomak sokarak, bizi kendine hapseden döngüleri fark ederek kişiliğimizi özgürleştirebiliriz. Anlaşıldığı üzere fark etmek, bedenin uykudan uyanması gibi ruhun ayılmasıdır. Fark ettiğimiz şeyleri düzeltebilme, yerine daha iyi seçenekler koyabilme, ruhumuzun yol haritasıdır. Nasıl ki vücudumuzdaki bağışıklık sisteminin devreye girebilmesi için virüsün bağışıklık sisteminin radarına takılması gerekirse, öz-gelişimimiz, kendimizi dönüştürebilmemiz ve daha iyi versiyonumuzu oluşturabilmemiz için de ruhumuzda bizi kısıtlayan döngülerin farkındalığı gerekir. Sonrası ise eskiyi bırakıp yeniye uygun yer açma ve tekrarlanarak benliğimize ait bir parça hâline getirebilmektir. Takdir edersiniz ki uzun yıllar sürmüş, sayısız kere tekrarlanarak iyice yer edinmiş alışkanlıklar, köklerini derinlere salmış, dallanmış budaklanmış meşeye benzerler. Yeni alışkanlıklar ise saksıya dikilmiş narin bir çiçeğe… Meşenin yani eski alışkanlıkların köklerini sökmek ne kadar zorsa, yeni alışkanlıkları besleyip büyüterek köklendirmek o kadar meşakkatlidir.
İnsanın sınırlarıyla oynaması, daha geniş sınırlara ilticası, önce o sınırların görülmesiyle başlar. Görünür olanın imhası ve geniş olana inşası da gönülden istemekle mümkündür. Yeterince istedikten sonrası da çabaya, zamana, sabra ve tekrara dayanır.
Başkalarının çekiminden kurtulmanın yolu, kendini tanımakla mümkündür. Kendi içsel yolculuğunu başlatmakla… Geçmiş hikâyeni anlamakla, bugüne etkisini anlamlandırmakla… Kendine doğru soruları sormakla… Yunus Emre’nin tarif ettiği “Bir ben var benden içeri.” O “ben”le bağ kurmakla mümkün kendi cennetine gidişin.