Eskiden köylerde tavana iple bağlanmış beşikler olurdu. Evin sofa denen tüm odalara açılan en nihayetinde bir yere geçebilmek için illa uğranılan yeridir burası. Evin hanımı bebeğini yatırır beşiğe, işe koyulur hem de kulak kesilirdi bebeğinden bir ses geliyor mu diye. Orada minicik bedeniyle henüz dünyası büyük sınırlarla kaplı, algısı yeterince gelişmemiş, yeteri kadar göremeyen, o beşik kadar bir hayatı olan insan yavrusu; uyur uyanır, ağlar varlığını bir şekilde ev halkına hissettirirdi.
Koskocaman bir evrene yeni ‘merhaba’ demiştir yeni insan. Oysa o bir gün beşikten kalkacak, koşmayı öğrenecek, konuşmayı sökecek, dünyasına anlamlar katacaktır. Doğduğu ülke, şehir, köy belki narin bazen de sert darbelerle kilim gibi dokuyacaktır zamanla onu. Sınırları büyüyecek. Önce aileyi, sokağı ve hatta bilmediği diyarları öğrenecektir. Ve en nihayetinde yoğrulduğu bu çevreyle bir kişiliği olacak, benlik kavramı gelişecek artık karakteriyle tanınan bir birey ortaya çıkacaktır.
O beşiğin çok uzağında binlerce yol kat etmiş, konuşan, üreten, fikirler beyan eden, inanan, bir hayat görüşüne sahip bir insana dönüşecektir. Ahlaki değerleri, yargıları, adalet duygusu, insanı insan yapan ya da yapamayan her şey ile donatılmış bir halde kendi köyünde, şehrinde ülkesinde bir vatandaş olacaktır. Doğduğu topluluğa benzer düşüncelere sahip olacak, benzer ahlaki değerler edinecek ve bazen bazı şeyleri reddedecek olsa bile reddi bile sınırlı kalacaktır.
Kişiliğimizi şekillenirken binlerce badireden elbette geçiyoruz lakin biliyoruz ki bir Hristiyan ülkesinde doğmuş olsak dini kararımızın Hristiyanlık olma olasılığı daha fazla olacaktı. Ya da edindiğimiz değerler, sabah kahvaltısı ritüelimiz, konuştuğumuz dil bile bambaşka olacaktı. Örnekler türetebiliriz elbette.
Her ne kadar o beşikte savunmasızca dar sınırlara sahip olmuş olsak da bir bebek olarak. Büyüdüğümüzde de o kadar dar bir benlik yetiştiriyor olacağız. Ahlakı, insan olmayı ilk öğrendiğimiz yer evimiz, ebeveynlerimiz. Ebeveynlerimizin gelişmiş bir taklidi gibiyiz ne kadar zıt köşelerinde dursak da en nihayetinde var olanın zıt köşesini benimsemiş olacağız. Yaşadığımız dönemin sınırını ne kadar aşsak bile en fazla bir bacağımızı beşikten aşağı sallıyormuşuz gibi hissettiriyor bana.
Ulus Baker, ahlak ile ilgili bir konuşmasında şöyle demiştir: “Eğer ananızdan, babanızdan öğreniyorsanız neyin doğru olduğunu, neyin arzulanır, neyin arzulanmaya değer olduğunu; geleneklerden öğreniyorsanız, doğmalardan öğreniyorsanız; bu ahlakın düşük bir biçimidir, yüksek bir biçimi değildir.”
Bırakın ahlakı, gelenekleri bizim gibi baskın ülkelerde biz her şeyi aile ve geleneklerden öğreniyoruz. Gelişmiş ülkelerde özgürlük alanları daha geniş avlular olsa da onlar da popülizmin kenetleri altında yaşıyorlar. Peki, o zaman biz kimiz? Dünyaya gelmiş bir insan canlısı olarak öz benliğimizi özgürce sınırlara takılmadan oluşturduğumuzu söylememiz mümkün mü? Kara kutumuza işlenmiş her şey. Seçimlerimizi, kararlarımızı etkileyen, altta yatan kocaman bir halı dokuma tahtası varken ve renkler sadece bulunduğunuz alan kadar sınırlıyken, seçmiş olduklarımız aslında seçmek istediklerimiz mi?
Özgün olmayı daha çocukken yitiriyoruz. Giydiğimiz kıyafetler, seçtiğimiz renkler, o günün moda akımına yenik düşüyor çoğu zaman. Bir bakıyoruz her yer turuncuya boyanmış. Çiçekler, kıyafetler, şekerlemeler, kaldırım taşları ve günün sonunda bir bakmışız turuncu bir şal boynumuzda.
Sırtımızda görünmez ipler sınırlarını aşmış saydığımız benliğimizi ha bire çekiştiriyor. Kara koyun olmayı başarsak da koyun olmaya devam ediyoruz en nihayetinde.
Bazen bir duygumuzu ya da anı bile anlatırken kelimeler kifayetsiz kalıyor ya. Her yerden sınırlıyız aslında uydurduğumuz diller yetmezken bize nasıl tanımlayabiliriz biz kendimizi.
Doğduğumuz dünyada, büyüdüğümüz sokakta, öğrendiğimiz ıslıkta, sırt üstü uzanmış bir beşikte kundağa sarılmış insanlar bütünüyüz aslında. Kimimizin kolu dışarıda, kimimizin bacağı… En azimlimiz kurtulmuş yerde.
Her yerimizden esiriz bu dünyaya.