Renklerin İçinde

Yazar Hakkında: Pencere Dergi Arşiv

Çizgiler

Hayat yolculuğunda insanların karşılaştığı, yaşadığı olaylar ve döngüler kendilerine sağlamak zorunda oldukları...
Devamını Oku

Her sabah mis gibi taze kahve kokusu alırdı tüm odayı. Her yudumunda sanki ilk defa içiyormuş gibi büyük bir hazla içerdi kahvesini. Yanında yediği çikolatayı eritirken damağında, dünyanın en leziz yemeğini yer gibi dört köşe olurdu zevkten. Kahvenin yanında sohbet isterdi. Bu bazen bir arkadaş, bazen saksıdaki bir çiçek, bazen de balkon korkuluklarına konmuş bir kumru olurdu…

Şen kahkahalarıyla ünlüydü. Sadece gülerek bu kadar ince kalabildiğini söyleyenler bile vardı. Gülünce etrafına yaydığı ışık büyür, kocaman olur, karşısındakini de alırdı içine. Gülmek için yaratılmıştı sanki ya da gülmek onun için…

Geceleri gökyüzünü izlemeye bayılırdı. Lacivert gecede asılı yıldızlar bir elmas gibi parlar, adeta ona göz kırpardı… Her yıldızın aslında bir meleğe ait olduğunu söylerdi. Hatta birkaç tanesine isim bile vermişti. Ay mesela… Başmeleğin yıldızıydı ve adını ‘Glory(zafer)’ koymuştu. Zafer kazanmışçasına gökyüzünde mağrur duruşuna adamıştı bu ismi. Bir de Kutup Yıldızı vardı. En sevdiği… Onun da adı  ‘Clara(parlak)’ idi. Heidi’nin Clara’sı , en yakın arkadaşı… Zaman zaman, içinde ırmaklar gibi çağlayan yaşama sevincine engel olamaz, kollarını açarak dağ bayır koşmak, yuvarlanmak isterdi.

Sabahları penceresinden içeri sızan gün ışığıyla gözlerini açar, uyku sersemliği nedir bilmezdi. Yatağında hayal kurmaya bayılırdı. Bembeyaz kanatları ve rengarenk boynuzuyla Nimbus’un (ışık halesi) ,gökyüzünden  inip  kendisini almasını beklerdi. Beraber gökyüzüne çıkarlar ve kanatlı atının boynuzuyla bulutları boyamasına kıkırdardı. Yeşil, mor, mavi, pembe bulutlar… Arkalarında yıldız tozu bırakarak etraflarında uçuşan onlarca kuş, cennetin şarkısını söyler gibiydi… Bir zaman sonra bir gökkuşağından kayar, dönerdi evine. İşte şimdi yeni güne hazır demekti…

Ağaçlara hayrandı. En sevdiği ağaç, duruşu ve ihtişamıyla yıllara meydan okuyan çınar ağacıydı. Nerede bir çınar görse koşup sarılır, kulağını heybetli gövdesine dayar ve hikayesini dinlerdi. Meyvesi yoktu ama gölgesi yeterdi. Çınar bilgelikti, sabırdı. Bir de mis kokulu iğde ağacı vardı. Görür görmez dalından bir tutam koparıp kulağının arkasına tutturuverir, tüm yol boyunca çekerdi kokusunu içine. Yağmurda dans etmeye bayılır, kar yağarken yüzünü gökyüzüne döner ve düşen kar tanelerini yakalamaya çalışırdı. Her bir kar tanesinin eşsiz olduğunu okumuştu bir yerde. Evren ne muazzamdı, mutlu olmak için ne çok sebep vardı.

Bu sürekli mutlu olma durumu, imrenmeyle beraber bir kıskançlık haline sebep olmuyor değildi bazen. Herkes onun gibi olmak istiyor, bu kadar dertsiz, tasasız yaşamanın nasıl bir his olduğunu bilmek istiyordu. Ağzında gümüş kaşıkla doğmuştu  ; dert, keder bilmiyordu…

Bir gün merdivenlerde gördüm  onu. Trabzanlara dayanmış, zar zor nefes alıyor… Adını seslendim, döndü yüzünü…  Ne kederli bir yüz… ‘’Gidiyorum’’ dedi. ‘’Nereye ?‘’ dedim. ‘’ Kendimi yeniden doğurmaya.’’ dedi. Kendini yeniden doğurmak… Sırrı buydu demek… Hüzünleri, inişleri, yapamadıkları vardı onun da. Derinlerinde acı bir kaybı, yarım bıraktıkları vardı belki… Ama her defasında ışık doğudan değil, onun içinden yükselmiş, her kaybında yeniden doğmuştu… Umay gibi, Huma gibi… Her defasında, yine, yeniden…

Yazar Hakkında: Pencere Dergi Arşiv

Çizgiler

Hayat yolculuğunda insanların karşılaştığı, yaşadığı olaylar ve döngüler kendilerine sağlamak zorunda oldukları...
Devamını Oku

4 Comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir